Hz. Muhammed (s.a.s.) Mekke'de doğdu. 40 yaşında Peygamber oldu. 23 yıllık
Peygamberlik hayâtının 13 yılı Mekke'de, 10 yılı da Medine'de geçti. Medine'de
63 yaşında vefât etti. Bu sebeple:
Hz. Muhammed (s.a.s.) 'in hayâtı (571-632):
a) Peygamberliğinden Önceki Hayâtı (571-610),
b) Peygamberlik Devri (610-632) olmak üzere iki kısma ayrılır.
Peygamberlik devri de:
a) Mekke devri (510-622)
b) Medine devri (622-632)
olarak iki döneme ayrılır.
Bu sebeple Siyer ve İslâm Târihi ile ilgili kitaplarda, Rasûlullah (s.a.s.)'in
hayâtı, "Peygamberlikten (Bi'setten) öncesi" ve "Peygamberlik
devri" diye iki devreye ayrılarak incelenmiştir. Peygamberlikten
önceki hayatını da:
1- Çocukluk devresi (8 yaşına kadar olan süre),
2- Gençlik çağı (8-25 yaşına kadar olan devre),
3- Evlilik dönemi (25-40 yaşı arasındaki devre) olmak üzere genellikle
üç bölüme ayırmışlardır.
Peygamber olduktan sonra, "Mekke Devri"nde geçen olayları incelerken,
târihbaşı olarak, Peygamberliğin (Nübüvvetin) l. 2. veya 5 inci yılı gibi,
Nübüvvetin başlangıcını; "Medine devri" olaylarında ise,-Hicretin,
1., 2. veya 3 üncü yılı şeklinde Rasûl–i Ekrem (s.a.s.)'in Hicret olayını
esâs almışlardır.
Bu kitapta da aynı usûle uyulacaktır.
İSLÂMİYETTEN ÖNCE ARABİSTAN
1— ARABLARIN DURUMU
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) Arap yarımadasının Hicaz bölgesinde,
Mekke şehrinde doğdu. O'nun hayâtını ve insanlık târihinde yaptığı büyük
inkılâbı kavrayabilmek için, yaşadığı asırda Arabistan'ın genel durumunun
ve Arapların yaşayışlarının, ana hatları ile de olsa, bilinmesinde fayda
vardır.
İslâmiyet'ten önce Araplar, henüz millet hâline gelemedikleri için; kabîleler
hâlinde yaşıyorlardı. Her kabîle, diğerlerinden ayrı bir devlet gibiydi.
Kabîle başkanına "Şeyh" deniyordu. Hicaz ve Yemen bölgelerinde
bazı şehirler kurulmuşsa da, genellikle çöllerde çadır ve göçebe hayâtı
geçiriyorlardı. Hicaz bölgesinde üç önemli şehir, Mekke, Yesrib (Medine)
ve Tâif'ti. Mekke'de Kureyş Kabîlesi, Tâifte Sakîf Kabîlesi, Yesrib (Medine)
de Evs ve Hazreç adlı Arap kabîleleri ile Kaynukaoğulları, Nadîroğulları
ve Kurayzaoğulları olmak üzere üç yahûdi kabîlesi bulunuyordu. Diğer kabîleler
genellikle göçebe idiler.
Kabîleler arasında kan davası ve sınır anlaşmazlıkları gibi sebepler yüzünden
savaş eksik olmazdı. Yalnızca yılın dört ayında (Muharrem, Recep, Zilka'de
ve Zilhicce aylarında) harbetmezlerdi. Bu aylara "eşhür-i hurum"(1)
(savaşılması, kan dökülmesi haram olan hürmetli aylar) denir. Bu esnâda,
bütün kabîleler güvenlik içinde seyâhat edebildikleri için, genellikle
büyük panayırlar bu aylarda kurulurdu. Mekke'nin hâkimi, Kâbe ve civârındaki
putların koruyucusu oldukları için Kureyş kabîlesi, diğer bütün kabîlelerden
saygı görürdü. Bu sebeple Kureyşliler, senenin her mevsiminde diledikleri
yere seyâhat edebiliyorlardı.(2)
Hicaz bölgesindeki panayırların en önemlileri, Mekke civârında kurulmakta
olan Ukaz, Mecenne ve Zülmecaz panayırlarıydı. Bu panayırlara ülkenin
dört bir yanından akın akın gelenler arasında satıcılar, iffetsiz kadınlar,
şâirler, hatipler, kâhinler ve çeşitli dinlere mensup kimseler de bulunuyordu.
Tâif'le Nahle arasında kurulmakta olan Ukaz panayırında, şiir yarışmaları
yapılır; beğenilip derece alan şiirler, Kâbe'nin duvarlarına asılırdı.
Bu şekilde Kâbe duvarında asılmış olan yedi ünlü kasideye "el-Muallekatü's-seb'a"
(Yedi Askı) denilmiştir.
Müslümanlıktan önce, Arapların çoğunluğu putperestti. Yapmış oldukları
bir takım heykellere ilâh diye tapıyorlardı. En önemli putlar, Hubel,
Lât, Menât, Uzzâ, Vedd, Suva', Yeğûs, Yeûk ve Nesr adlarını taşıyanlardı.
Mekke'de Kâbe ve civârına 360 kadar put yerleştirilmişti. Her kâbîlenin
ayrı bir putu, her putun özel bir ziyâret günü vardı. Böylece yılın her
gününde putlarını ziyârete gelenlerle dolup taşan Mekke, bir ticâret merkezi
olduğu kadar, putperestliğin de merkezi hâline gelmiş bulunuyordu.
Arabistan'da putperestlerden başka, Mûsevî, Hıristiyan, Mecusî (ateşe
tapan) ve Sâbiî dinlerine mensup kimseler de vardı. Bunlardan başka, çok
az sayıda, Hz. İbrahim'in tebliğinden o devre ulaşan dinî esasları benimsemiş
tek Tanrı inancında olan "Hanîf"ler vardı. Nevfel oğlu Varaka,
Cahş oğlu Abdullah, Huveyris oğlu Osman ve Sâide oğlu Kuss bunlardandı.
İslâmiyetten önce Arap Yarımadasının kuzeyinde (Sûriye'de) "Nebtî",
güneyinde (Yemen'de) "Himyerî", Irak'ta ise "Süryânî"
yazıları kullanılıyordu. Hicaz Arapları Sûriye ve Irak'a ticâret için
yaptıkları seyâhatlarda Arapça'yı Nebtî ve Süryânî yazıları ile yazmayı
öğrendiler. Daha sonraki asırlarda, Nebtî yazısından "Nesih";
Süryânî yazısından da "Kûfî" denilen yazı sitilleri doğmuştur.
Ancak, Araplar arasında okuyup yazma bilenlerin sayısı son derece azdı.
Cömertlik, konukseverlik, sözde durma, düşmanları bile olsa kendilerine
sığınanları himâye, cesâret.. gibi bazı iyi hasletleri yanında, soygunculuk,
faizcilik, zenginleri üstün, fakirleri hor görme, içki ve kumar düşkünlüğü,
kabilecilik gayreti ile kan dökme gibi son derece çirkin âdetleri de vardı.
Hele köle ve kadınlara insan değeri vermezlerdi. Kadınlar, ölen kocasından,
babasından ve diğer yakınlarından mirâs alamadıkları gibi, kendileri mirâs
malları arasında, mirâscılara kalırdı. Erkekler istedikleri kadar kadınla
evlenebilirlerdi. Fuhuş âdeta meslek hâline gelmişti. Bu yüzden bazı kimseler
kız çocuklarını diri diri kumlara gömecek derecede vahşet göstermişlerdi.(3)
İslâmiyetin doğuşu sırasında yalnız Araplar ve Arabistan değil, bütün
dünya, zulüm, sefâhet ve cehâletin karanlığı içindeydi. Maddî ve rûhî
sıkıntılar içinde bunalmış olan insanlık, bir mürşit, bir kurtarıcı beklemekteydi.
Kur'ân-ı Kerîm "Câhiliyet Devri" denilen bu karanlık dönemi,
"İnsanların kendi elleriyle işledikleri kötülükler yüzünden, fesat
(her tarafı kapladı) karada ve denizde yayıldı."(4) ifâdesiyle en
vecîz bir şekilde anlatmaktadır.
--------------------------------------------------------------------------------
(1) "Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısında, Allah' a
göre ayların sayısı onikidir. Bunlardan dördü hürmetli aylardır. (et-Tevbe
Sûresi,36)
(2) "Kureyş kabîlesinin yaz ve kış yolculuklarında uzlaşması ve anlaşması
sağlanmıştır. Öyleyse, kendilerini açken doyuran ve korku içindeyken güven
veren şu Beyt'in (Kâbe'nin ) Rabbine kulluk etsinler." (Kureyş Sûresi,
1-4)
(3) Bkz. Sünenü'd-Dârimî, 1/3, Beyrut, ts.
"Aralarında birine bir kızı olduğu müjdelendiği zaman, içi gamla
dolarak yüzü simsiyah kesilir. Kendisine verilen kötü müjde yüzünden halktan
gizlenmeye çalışır. Şimdi onu utana utana tutsun mu, yoksa toprağa mı
gömsün? Ne kötü hüküm veriyorlar." (en-Nahl Sûresi, 58-59. Ayrıca
bkz. ez-Zuhruf Sûresi, 17; et-Tekvîr Sûresi,8-9)
(4) Bkz. er-Rum Sûresi, 41
--------------------------------------------------------------------------------
2—MEKKE VE KÂBE
Yeryüzünde Allah'a ibâdet için yapılan ilk binâ, bütün namazlarda kıblegâh
olarak yönelmekte olduğumuz Kâbe'dir.(5) Allah'ın emriyle Hz. İbrâhim
ve oğlu Hz. İsmâil tarafından(6) Milattan 2000 yıl kadar önce Mekke'de
yapılmıştır.(7) Tavâfa başlama yerinin işâreti olmak üzere, Kâbe'nin güney-doğu
köşesi (Rükn-i Hacer-i Esved) nde bulunan "Hacer-i Esved" denilen
siyah taşı Hz. İbrâhim, Ebu Kubeys dağından getirerek hâlen bulunduğu
köşeye koymuştur. İnşaatın tamamlanmasından sonra Hz. İbrâhim ilk tavâfı
oğlu Hz. İsmâil'le beraber yapmış, bütün insanları hacca, Kâbe'yi ziyârete
dâvet etmiştir.(8)
Mekke şehri, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in büyük dedelerinden Kusayy tarafından,
Kâbe'nin inşâsından çok sonra kurulmuştur. Allah'a ibadet için yapılmış
olan Kâbe, zamanla "Tevhid İnancı"nın unutulmasıyla, putlarla
doldurulmuş; Mekke puperestliğin merkezi hâline gelmiştir.
a) Mekke ve Kâbe ile İlgili Özel Vazifeler
Mekke şehrini kuran Kusayy, şehrin idâresi, Kâbe'nin bakımı ve Kâbe'yi
ziyârete gelenlere hizmetle ilgili bazı görevler ihdâs etti. Bu hizmetler
Hz. İsmâil'in neslinden olan kimseler tarafından yerine getiriliyordu.
Bu hizmet ve görevlerden bir kısmı şunlardır:
1- Hicâbe: Kâbe'nin perdedarlığı ve anahtarlarını taşıma görevidir.
2- Sikâye: Kâbeyi ziyârete gelenlerin suyunu temin etme ve Zemzem kuyusuna
bakma görevidir.
3- Rifâde: Kâbeyi ziyâret için Mekke'ye gelenleri ağırlama, barındırma
ve muhtaçlara yardımcı olma hizmetidir.
4- Nedve: Kusayy tarafından yapılan "Dâru'n-Nedve" adlı istişâre
meclisi binâsında yapılan toplantılara başkanlık etme görevidir. Savaş,
sulh ve memleketin diğer bütün önemli işlerinin kararı, burada yapılan
toplantılarda verilirdi. Kırk yaşından küçük olanlar, bu meclise alınmazlardı.
5- Livâ: Savaş zamanında ve askerin toplanmasında sancağı taşıma görevidir.
6- Kıyâde: Savaşta askere komuta etme görevidir.
7- Sefâre: Aynı toplum içindeki fertler veya kabîleler arasında meydana
gelen çekişmelerde hakem olarak arabulma hizmetidir.
8- Hazine-i emvâl: Savaş için hazırlanan silâh, mal ve âletleri muhâfaza
etme görevidir.
9- Ezlâm: Oklar ile fal bakma işidir.
Kâbe'nin üzerine konulmuş olan Hubel adlı putun yanında üç fal oku vardı.
Birinde: "emeranî rabbî" (Rabbım bana emretti); diğerinde "nehânî
rabbî" (Rabbım bana yasak kıldı), yazılıydı. Üçünçüsü ise boştu.
Yapacağı iş konusunda karar veremeyen kişi, ezlâm işiyle görevli kimse
aracılığı ile bu oklardan birini çekerdi. Birinci ok çıkarsa, tasarladığı
işi yapar, ikincisi çıkarsa o işten vazgeçerdi. Üçüncüsü çıkarsa, o işi
bir yıl erteler, ertesi sene falı yenilerdi.
10- Nezâre: Bir yerden başka bir yere nakledilecek eşyayı kontrol ve muâyene
ettikten sonra "taşıma ruhsatı" verme görevidir.
Araplar arasında her biri büyük bir şeref sayılan bu hizmet ve görevlerin
hepsi Kusayy'ın elinde toplanmışken daha sonra Kureyş arasında dağılmıştır.
b) Zemzem Suyu
Hz. İbrâhim, Milâttan yaklaşık 2000 yıl kadar önce, Irak'ta Sümer şehirlerinden
"Ur" sitesinde dünyaya geldi. Peygamber olduktan sonra, halkı
tek Allah'a imâna dâvet ettiği için, Bâbil Hükümdârı Nemrut tarafından
ateşe atıldı. Fakat Allah'ın emri ile ateş onu yakmadı.(9) Kendisine imân
eden İbrâni'lerle Filistin'e göçtü. Birara Mısır'a gitti, orada da kendisine
imân eden kimse bulamadığı için, tekrar Filistin'e döndü.
Hz. İbrâhim, karısı Hâcer ile henüz annesini emmekte olan oğlu Hz. İsmâil'i
Allah'ın emri ile Filistin'den alıp, Mekke'ye, Kâbe'nin bulunduğu yere
götürdü. Onlara bir dağarcık hurma ve bir kırba su bırakarak yanlarından
ayrılıp Filistin'e döndü. O esnâda, henüz Kâbe yapılmamış, Mekke şehri
kurulmamıştı. Etrâfta ne insan, ne su, ne de hayat işâreti vardı.
Hz. İbrâhim, eşi ve çocuğundan ayrılıp onları göremeyecek kadar uzaklaştıktan
sonra, Kâbe'nin bulunduğu yere yönelerek:
"Rabbımız, zürriyetimden bir kısmını senin kutsal evinin yanında,
ekin bitmez (çorak), bir vâdi içinde yerleştirdim. Rabbımız, (beyt'inde)
namaz kılmaları için, insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir,
şükretmeleri için onları meyvelerle rızıklandır..."(10) diye duâ
etti ve uzaklaşıp gitti.
Yanlarındaki hurma ve su bittikten sonra, Hâcer çocuğunu olduğu yerde
bırakıp, bir can yoldaşı görebilmek ve birkaç yudum su bulabilmek ümidiyle
Safâ ile Merve tepeleri arasında gidip geldiği esnâda bir melek, ökçesiyle
Zemzem suyunu ortaya çıkarmıştı. Hâcer bu sudan kana kana içti, çocuğunu
emzirdi ve Allah'a hamdetti.
c) Mekke Şehrinin Kurulması
Hz. İsmâil, daha sonra bu bölgeye yerleşen "Cürhümîler" den
bir kızla evlendi. Kendisi İbrânî, Cürhümîler Yemenli Âribe (halis) Arablarındandı.
Bu sebeple İsmâiloğullarına "müsta'rabe (arablaşmış) arabları"
denilir.
Yemen'de "Seylü'l-arim"(11) denilen sel felâketinden sonra bu
bölgeye gelen Huzâa Kabîlesi, İsmâiloğullarının da yardımı ile, Cürhümîleri
Mekke'den sürüp çıkardılar. Cürhümîler, Kâbe'ye hediye edilmiş olan altın
geyik heykelleri ile diğer kıymetli eşyayı Zemzem kuyusuna atıp, üzerini
toprakla doldurduktan sonra, kuyuyu belirsiz hâle getirerek Mekke'den
kaçtılar. Bu yüzden Zemzem kuyusu uzun müddet kapalı kaldı.
Mekke bölgesinin hâkimiyeti ve Kâbe muhafızlığı üç asır kadar Huzâalılarda
kaldıktan sonra Kilâb (Hâkim)' in oğlu Kusayy, milâdî 5 inci asırda Kâbe
muhafızlığını ele geçirdi. Kureyş'in başına geçerek, Huzâalıları bu bölgeden
çıkardı. Kâbe'nin etrâfında bugünkü Mekke şehrini kurdu. Ölümünden sonra
kabîle başkanlığı ve Kâbe muhâfızlığı oğlu Abdimenâfa, ondan da oğlu Hâşim'e
kaldı. Haşim ticâret için gittiği Şam seferinde Gazze'de ölünce, rifâde
(ziyâretçileri ağırlama ve barındırma) ve sikaye (ziyâretçilere su temin
etme) vazifelerini küçük kardeşi Muttalib üzerine aldı.
d) Şeybe'nin adı Abdülmuttalib kaldı
Hâşim, Medine'de Hazrec kabîlesinin Neccâr oğulları kolundan Amr kızı
Selmâ ile evlenmiş, "Şeybe" adında bir oğlu olmuştu. Selmâ Medine'den
ayrılmadığından, Şeybe de Medine'de dayılarının yanında büyümüştü. Hâşim'in
vefâtından sonra, amcası Muttalib O'nu Mekke'ye getirdi. Mekkeliler Muttalibin
yanında tanımadıkları bir çocuk görünce, Şeybeyi Muttalib'in kölesi sanarak,
Ona "Abdülmuttalib" dediler. Bu yüzden Şeybe, Abdülmuttalib
adıyla anıldı.
e) İki Kurbanlığın Oğlu
Abdülmuttalib, 10 oğlu olduğu takdirde, bunlardan birini Allah için kurban
etmeyi adamıştı.(12) Bu eski âdet, bize Hz. İbrâhim'in gördüğü bir rüyâ
üzerine oğlu Hz.İsmâil'i kurban etmek istemesini(13) hatırlatmaktadır.
Abdülmuttalib, çeşitli zevcelerinden 10 oğlu olunca aralarında kur'a çekerek
adağını yerine getirmek istedi. Kur'a sonucuna göre, ileride Rasûlullah
(s.a.s.)'in babası olacak olan Abdullah'ın kurban edilmesi gerekiyordu.
Bir arrafe (kadın kâhin)nin tavsiyesine uyularak, belirli sayıda deve
ile Abdullah arasında kur'a çekildi. Kur'a Abdullah'a düştükçe, develerin
sayısı onar onar arttırılarak, yeniden çekildi. 10 deve ile başlayan kur'a
çekimi, develerin sayısı 100 olunca nihâyet develere isâbet etti.(14)
Böylece Abdullah'ın yerine 100 deve kurban edildi. Bu olaya ve neslinden
geldiği Hz. İsmail'in kurban edilmesi teşebbüsüne işâretle Rasûlulllah
(s.a.s.) Efendimizin:
"Ben iki kurbanlığın oğluyum" (15) buyurduğu nakledilmiştir.
O zamana kadar 10 deve olan diyet (öldürülen bir kimsenin kan bedeli)
de, bu olaydan sonra, 100 deveye yükselmiştir.(16) İslâm Hukuku'nda kan
bedelinin 100 deve olması, zamanla örf hâline gelen bu olaya dayanmaktadır.
f) Zemzem Kuyusunun Temizlenmesi
Muttalib'in ölümünden sonra, kabîle başkanlığı ile Rifâde ve Sikâye hizmetleri
Abdülmuttalib'e verilmişti. Abdülmuttalib, Zemzem'in yerini bulup yeniden
kazdırdı. Cürhümîlerin Mekke'den kaçarken kuyuya attıkları altın geyik
heykelleri, kılıç ve zırhlar çıkarılarak kuyu temizlendi. Zemzem kuyusunun
idâresi, Abdülmüttaliboğullarında kaldı.
--------------------------------------------------------------------------------
(5) Bkz.Âl–i İmrân Sûresi, 96
(6) Bkz. el-Bakara Sûresi, 127
(7) Kâbe, Hicretten, yaklaşık 2793 yıl önce yapılmıştır. (Mahmut Esad,
Tarih-i Din-i İslâm,2/7)
(8) Bkz. el-Hacc Sûresi, 27-29
(9) Bkz. el-Enbiyâ Sûresi, 69-70
(10) Bkz. İbrâhim Sûresi, 37
(11) Bkz. es-Sebe' Sûresi,16
(12) İbn Hişâm, 1/160; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, 2/5; İbn Sa'd, et-Tabakat,
1/88
(13) Bkz. Saffât Sûresi, 102-110
(14) İbn Hişâm, 1/160-164; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2 /6-7
(15) el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafa, 1/199 (Hadis No.606), Beyrut 1351
(16) İbn Hişâm, 1/163
--------------------------------------------------------------------------------
3- FİL VAK'ASI (Ebrehe'nin Kâbe'ye
Saldırması) (571 M.)
Habeşistan Kırallığı'nın Yemen Vâlisi Ebrehe, Hristiyanlığı Arabistan'da
yaymak ve Arapları Kâbe ziyâretinden vazgeçirmek için, San'a'da muhteşem
bir kilise yaptırmıştı. Fakat, Araplardan bu kiliseye ilgi gösteren olmadı.
Üstelik, Kinâne Kabîlesi'nden bir Arap, bir gece gizlice kilise içine
pisledi. Ebrehe bunu bahâne ederek büyük bir ordu ile Kâbe'yi yıkmak üzere
Mekke üzerine yürüdü. Arapların bu orduya karşı koyabilecek güçleri yoktu.
Mekkeliler şehri boşaltarak etraftaki dağlara çekildiler.
Ebrehe, Mekke yakınlarında karargâhını kurdu. Kureyş Kabîlesinin reisi
olan Abdülmuttalib'e elçi göndererek, kan dökmek üzere değil, sâdece Kâbe'yi
yıkmak için geldiğini bildirdi. Bu esnâda Ebrehe'nin öncü kuvvetleri Mekkelilerin
sürülerini yağmalayıp ordugâha götürmüşlerdi. Bunlar arasında Abdülmuttalib'in
de yüz devesi vardı. Abdülmuttalib, Ebrehe'ye giderek yağmalanan sürülerin
geri verilmesini istedi. Ebrehe:
-"Ben, Kâbe'yi yıkmamam için ricâya geldiğini sanmıştım. Görüyorum
ki sen, develerinin derdindesin, bunu sana yakıştıramadım..." deyince,
Abdülmuttalib büyük bir vakarla:
-" Ben, develerin sâhibiyim, onları istiyorum. Kâbe'nin de sâhibi
var. O'nu sâhibi koruyacaktır" diye cevap vermişti. Bu cevap karşısında
Ebrehe, Abdülmuttalib'in develerini ve Mekkelilerin yağmalanan bütün mallarını
geri verdi.
Kur'an-ı Kerîm'de de açıklandığı üzere, Ebrehe amacına ulaşamadı. Kâbe'yi
yıkmak üzere hücûma geçileceği sırada, Ebrehe'nin her seferinde berâberinde
bulundurduğu Mamut adlı büyük fil ile diğer filler her türlü çabaya rağmen,
diz çöküp oldukları yerde kaldılar; Kâbe cihetine yürümediler. Bu esnâda
gök yüzünde beliren sürü sürü kuşlar, ağızlarında ve pençelerinde taşıdıkları
küçük taşları Kâbe'ye hücûma hazırlanan askerlerin üzerine bıraktılar.
Ebrehe'nin büyük ordusu bir anda perişan oldu.(17) Büyük bir kısmı orada
telef oldu. Kaçıp kurtulabilen askerlerin bir kısmı ile Ebrehe San'a'ya
döndü ise de, yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak çok geçmeden öldü.
Ordu'nun önünde yürüyen filler sebebiyle, tarihte bu hâdiseye "Fil
Vak'ası", bu olayın meydana geldiği seneye de "Fil Yılı"
denilmiştir.
(17) "Kâbe'yi yıkmağa gelen fil
sâhiplerine, Rabbinin ne ettiğini görmedin mi? Onların kötü plânlarını
(hile ve düzenlerini) boşa çıkarmadı mı? Onların üzerine sert taşlar atan
sürü sürü kuşlar gönderdi. Sonunda onları yenilmiş ekin yaprağı gibi yapıverdi".
(Fil Sûresi, 1-5)
Rasûlllah (s.a.s.) Efendimiz, Fil Vak'ası'ndan 52 gün kadar sonra dünyaya
geldiği için bu olayı görmemişti. Fakat bu Sûre indiği esnâda bu olay
o kadar iyi biliniyordu ki, hayatta olanlardan, olayı görmemiş olanlar
da sanki görenler kadar olaydan haberdardı. Bu sebeple Hz. Muhammed (s.a.s.)
olay sırasında henüz dünyaya gelmemiş olduğu halde "görmedin mi?"
buyrulmaktadır. Burada görmek , "bilmek ve duymak" anlamında
kullanılmıştır.
BİRİNCİ KISIM
HZ.MUHAMMED (S.A.S)'İN PEYGAMBERLİKTEN ÖNCEKİ HAYÂTI
" Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik".
(el-Enbiyâ Sûresi, 107)
l- HZ. MUHAMMED (S.A.S)'İN ÇOCUKLUK
DÖNEMİ
1- DOĞUMU:
Hz. Muhammed (s.a.s.) Milâddan sonra 571 senesi, Fil Yılı'nda, 12 Rebiülevvel
(20 Nisan) pazartesi gecesi sabaha karşı, Mekke'nin doğusunda bulunan
"Hâşimoğulları Mahallesi"nde, babasından kendisine mirâs kalan
evde doğdu. Arapların takvim başı olarak kullandıkları "Fil Vak'ası",
Peygamberimiz (s.a.s.)'in doğumundan 52 gün kadar önce olmuştu.(18)
Abdülmuttalib, torununun doğumu şerefine verdiği ziyâfette çocuğun adını
soranlara:
"Muhammed adını verdim. Dilerim ki, gökte Hakk, yeryüzünde halk,
O'nu hayırla yâdetsinler..." cevâbını verdi. Annesi de "Ahmed"
dedi. (Muhammed, üstünlük ve meziyetleri anılarak çok çok övülüp senâ
edilen; Ahmed de Cenab-ı Hakk'ı yüce sıfatları ile öven, hamdeden kimse
demektir.(19) İslâm târihçileri, Peygamberimiz (s.a.s.)'in doğduğu gece
bir takım olağanüstü olayların meydana geldiğini naklederler. O gece İran
Kisrâsı (Hükümdarı)'nın Medâyin şehrindeki sarayının 14 sütûnu yıkılmış,
mecûsîlerin İran'da Istahrâbat şehrinde bin yıldan beri yanmakta olan
"ateşgede"leri sönmüş, Sâve (Taberiyye) gölü yere batmış, bin
yıldan beri kurumuş olan Semâve deresi'nin suları taşmış, mecûsîlerin
büyük bilgini Mûdibân korkunç bir rüya görmüş, Kâbe'deki putların yüz
üstü devrildikleri görülmüştü. Gerçekten O'nun doğması ile bütün dünyada
hüküm sürmekte olan cehâlet ve küfür ateşi sönmüş, putperestlik yıkılmış,
zulmün baskısı son bulmuştur.
2- SOYU (NESEBİ)
Peygamberimiz Hz.Muhammed (s.a.s.)'in babası, Abdülmuttalib'in oğlu Abdullah;
annesi ise Vehb'in kızı Âmine'dir. Babası Abdullah, Kureyş Kabîlesinin
Hâşimoğulları kolundan, annesi Âmine ise Zühreoğulları kolundandır. Her
ikisinin soyu, bir kaç batın yukarıda, "Kilâb"da birleşmektedir.
Her ikisi de Mekke'lidir.
Peygamber (s.a.s.) Efendimiz, Hz.İbrâhim'in büyük oğlu Hz. İsmâil'in neslindendir.
Soyu Adnân'a kadar kesintisiz bellidir.(20) Adnân ile Hz.İsmâil arasındaki
batınların sayısında neseb bilginleri ihtilâf etmişlerdir.(21)
Peygamber (s.a.s.) Efendimizin soyu, çok temiz ve çok şerefli bir neseb
zinciridir. Bir hadisi şerifte Rasûl-i Ekrem Efendimiz:
"Ben devirden devire, (nesilden nesile, âileden âileye) seçilerek
intikal eden Âdemoğulları soylarının en temizinden naklolundum, sonunda
içinde bulunduğum 'Hâşimoğulları' âilesinden neş'et ettim", buyurmuştur.(22)
Diğer bir hadisi şerifte bu seçilme işi şöyle anlatılmıştır.
"Allah, Hz İbrâhim'in oğullarından Hz. İsmâil'i, İsmâiloğullarından
Kinâneoğullarını, Kinâneoğullarından Kureyşi, Kureyşden Hâşimoğul-larını,
Hâşimoğullarından da beni seçmiştir." (23)
Bir başka hadis-i şerifinde de Rasûl–i Ekrem Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Allah beni, dâima helâl babaların sulbünden, temiz anaların rahmine
naklederek, sonunda babamla annemden ızhâr etti. Âdem'den, anne-babama
gelinceye kadarki nesebim içinde nikâhsız birleşen olmamıştır". (24)
Hz. Muhammed (s.a.s.)'in doğumundan iki ay kadar önce babası Abdullah,
Suriye seyâhatinden dönerken Yesrib (Medine)'de hastalanarak 25 yaşında
vefât etmiş ve orada defnedilmişti. Peygamberimiz (s.a.s.)'e, babasından
mirâs olarak beş deve, bir sürü koyun, doğduğu ev ve künyesi Ümmü Eymen
olan Habeşli Bereke adlı bir câriye kalmıştır.(25)
3- HZ. MUHAMMED (S.A.S.) SÜT ANNE
YANINDA
Başlangıçta çocuğu (3 veya 7 gün) annesi Âmine emzirdi.(26) Sütü yetmediği
için, daha sonra amcası Ebû Leheb'in azatlı câriyesi Süveybe tarafından
emzirildi.(27)
Fakat Hz. Muhammed (s.a.s.)'in devamlı süt annesi Hevâzin Kabîlesinin
Sa'doğlulları kolundan Halîme oldu.
Mekke'nin havası ağır olduğu için, Mekkeliler yeni doğan çocuklarını çölden
gelen süt annelere verirlerdi. Çöl ikliminde çocuklar hem daha gürbüz
yetişiyor, hem de bozulmamış (fasih) Arapça öğreniyorlardı. Hz. Muhammed
(s.a.s.)'de bu âdete göre süt annesi Halîme'ye verildi. Halîme, yetim
bir çocuğu emzirmenin kârlı bir iş olmayacağı düşüncesiyle, başlangıçta
tereddüt göstermişse de, daha sonra bu çocuğun evlerine uğur ve bereket
getirdiğini görmüş ve O'nu öz çocuklarından daha çok sevmiştir. Süt kardeşi
Şeyma da bakımında annesine yardımcı olmuştur.(28)
Hz.Muhammed (s.a.s.) süt annesi ve süt kardeşleri ile sonraki yıllarda
dâima ilgilenmiştir. Halîme kendisini ziyârete geldiği zaman onu "anacığım"
diyerek karşılamış, altına elbisesini yayarak, saygı göstermiştir.(29)
Hz. Muhammed (s.a.s.) dört yaşına kadar, süt annesinin yanında çölde kaldı.
Dört yaşında Halîme çocuğu Mekke'ye götürerek annesine teslim etti. İslâm
târihçileri, bu esnada "şakk-ı sadr" (göğüs açma) olayının meydana
geldiğini, çocukta görülen bu gibi olağanüstü hallerin Halîme'yi endişelendirdiğini,
bu yüzden çocuğu annesine teslime mecbûr kaldığını naklederler.(30)
4- MEDİNE ZİYÂRETİ
Hz. Muhammed (s.a.s.) dört yaşından altı yaşına kadar, öz annesi Âmine
ile kaldı, O'nun şefkat ve ihtimâmı ile yetişip büyüdü. Altı yaşında iken,
babasının Medine'de bulunan kabrini ziyâret etmek üzere, annesi ve sadık
hizmetçileri Ümmü Eymen'le beraber Medine'ye gittiler. Medine'deki akrabaları
Neccâroğullarında bir ay kadar misâfir kaldılar. Dönüşte, Medine'nin 23
mil güneyinde Ebvâ Köyü'nde Âmine hastalandı.(31) Henüz doğmadan babasından
yetim kalmış olan Hz. Muhammed (s.a.s.) altı yaşında iken annesinden de
öksüz kalıyordu. Bu acıyı bütün varlığı ile hisseden anne, oğlunu şefkat
dolu gözlerle süzdü. Bağrına basıp uzun uzun öptü. Masûm yüzüne bakarak
"Her yeni eskiyecek, her fâni yok olup gidecek,
Ben de öleceğim, fakat buna gam yemem,
Namımı ebedi kılacak hayırlı bir halef bırakıyorum..." anlamına bir
şiir söyledi. Bu sözlerden sonra vefât etti.(32)
Annesinin ölümünden sonra çocuğu Ümmü Eymen Mekke'ye götürüp dedesi Abdülmuttalib'e
teslim etti.
Altı yaşından sekiz yaşına kadar, çocuğa dedesi Abdülmuttalib baktı. Abdülmuttalib
seksen yaşını geçmiş bir ihtiyârdı. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz sekiz
yaşında iken dedesi de öldü. Ölürken, on oğlu içinden Hz. Muhammed (s.a.s.)
Efendimizin yetiştirilmesini, öz amcası Ebû Tâlib'e bıraktı.(33/1)
Yıllar sonra, Hicret'in 6'ıncı yılı Hudeybiye Barışı dönüşünde Rasûlullah
(s.a.s.) Efendimiz, annesinin kabrini ziyâret edip, teessürle gözyaşı
döktü.
Annemin bana olan şefkatini hatırlayarak ağladım, buyurdu. (33/2)
BİR GECE
Ondört asır evvel, yine böyle bir geceydi,
Kumdan, ayın ondördü bir Öksüz çıkıverdi!
Lâkin, o ne hüsrândı ki: Hissetmedi gözler;
Kaç bin senedir, halbuki bekleşmedelerdi!
Nerden görecekler? Göremezlerdi tabiî
Bir kerre, zuhûr ettiği çöl, en sapa yerdi.
Bir kerre de, mâmûre-i dünyâ, o zamanlar.,
Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi.
Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!
Fevzâ bütün âfâkına sarmıştı zemînin.
Salgındı, bugün Şark'ı yıkan, tefrika derdi.
Derken büyümüş, kırkına gelmişti ki Öksüz,
Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!
Bir nefhada insanlığı kurtardı O Mâsum,
Bir hamlede kayserleri, kisrâları serdi!
Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi;
Zulmün ki, zevâl aklına gelmezdi, geberdi!
Âlemlere rahmetti, evet, şer–i mübîni,
Şehbâlini, adl isteyenin yurduna gerdi.
Dünya neye sâhipse, O'nun vergisidir hep;
Medyûn O'na cem'iyyeti, medyûn O'na ferdi.
Medyûndur O mâsûm'a bütün bir beşeriyyet...
Yârab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret.
Mehmed Âkif ERSOY
--------------------------------------------------------------------------------
(18) Siyer ve İslâm Târihi müellifleri,
Rasûlüllah (s.a.s.)'in doğumunun Rebiülevvel ayında bir pazartesi günü
sabaha karşı olduğunda genellikle ittifak etmişlerse de, ayın kaçıncı
günü olduğu konusunda birleşememişlerdir.
Rasûlüllah (s.a.s.) 1 Rebiülevvel 11 H./27 Mayıs 632 M. târihine rastlayan
Pazartesi günü öğleden sonra vefât etmiştir. (Bkz. Tecrid Tercemesi,9/298
ve 11/5-6) Sahih hadislerde, Peygamber (s.a.s.) Efendimiz'in 63 yaşında
vefât ettiği belirtilmiştir (Bkz. Tecrid Tercemesi, 9/298, Hadis No. 1442
ve 11/33, Hadis No.1671)
Rasûlüllah (s.a.s.)'in, Hz. Mâriye'den olan oğlu İbrâhim'in vefât ettiği
gün, güneş tutulmuştu. (Bkz. Buhârî, 2/29-30; Tecrid Tercemesi, 3/428,
Hadis No. 547) Mısır'lı Muhammed Felekî Paşa, yaptığı hesaplama ve araştırma
sonucu, bu tutulma olayının, Milâdi 632 yılının 7 Ocak günü saat 8.30'a
rastladığını tesbit etmiştir. Rasûlüllah (s.a.s.)'in vefâtı, 1 Rebiülevvel
11 H/27 Mayıs 632 M. Pazartesi günü olduğuna göre, Muhammed Felekî Paşa
bu tarihten 63 kameri yıl geri giderek, Rasûlüllah (s.a.s.)'in doğumunun
9 Rebiülevvel/20 Nisan 571 veya 2 Rebiülevvel/13 Nisan 571 pazartesi olması
gerektiği sonucuna varmıştır. (Bkz. Asr-ı Saadet 1/191).
(19) Peygamberimizin en meşhûr ve Kur'an-ı Kerim'de geçen isimleri; "Muhammed"
ve "Ahmed"dir. Muhammed (s.a.s.) ismi Kur'ân-ı Kerîm'de 4 yerde
(Âl-i İmrân Sûresi 144, Ahzâb Sûresi 40, Muhammed Sûresi 2 ve Fetih Sûresi
19); Ahmed ismi ise 1 yerde (Saf Sûresi, 6) geçmektedir.
Fetih Sûresinde bu ism–i şerif, ayrıca "Rasûlüllah" olarak vasıflanmıştır.
Saf Sûresinin 6. âyetinde ise:
"Meryem oğlu İsâ: Ey İsrâiloğulları! Doğrusu ben, benden önce indirilen
Tevrât'ı tasdik edici, benden sonra gelecek ve adı Ahmed olacak bir peygemberi
de müjdeleyici olarak, Allah'ın size gönderilmiş bir peygemberiyim demişti..."
buyrulmuştur.
Bu ayet-i celilede Hz. İsâ'nın, kendinden sonra "Ahmed" adında
bir peygamberin geleceğini müjdelediği bildirilmektedir.
Bugün elimizde, Hz. İsâ'ya indirilen İncil'in orjinal nüshası bulunmayıp,
ondan çok sonraki târihlerde kaleme alınmış muharref nüshalar bulunduğundan
Hz. İsâ tarafından verilen bu müjdenin aslını bugünkü İncillerde aynen
bulmak mümkün olmamaktadır. Ancak Yunanca'dan Türkçe'ye çevrilen Yuhanna
İncili'nin 14. babı'nın 26 âyeti şöyledir:
"Baba'dan size göndereceğim "Tesellici", "Babadan
çıkan hakikat Ruhu geldiği zaman benim için o şehâdet edecektir."
Burada geçen "Tesellici" kelimesi, İncilin Yunancasında "Faraklit"
dir. İncil'in eski Arapça tercemelerinde bu kelime "Hammâd"
veya "Hâmid" olarak terceme edilmiştir. Nitekim bir kısım Hıristiyan
bilginleri de bu kelimeyi "Hammâd, yani çok hamd eden kimse olarak
açıklamışlardır ki aşağı yukarı "Ahmed" anlamındadır.
İncil'deki "Faraklit" kelimesini "Tesellici" diye
terceme etmiş de olsalar, Hz. İsâ ile Hz. Muhammed (s.a.s.) arasında bilinen
bir peygamber bulunmadığına ve günümüze kadar da zuhûr etmediğine göre,
Hz. İsâ'nın gönderileceğini bildirdiği "Tesellici" veya "Faraklit"
Rasûlüllah (s.a.s.) den başka kim olabilir? (Bkz. Tecrid Tercemesi, 9/291-293,
Hadis No: 1439 ve izâhı.)
Buhârî'nin Cübeyr b. Mut'ım'den rivâyetine göre, Hz. Peygamber (s.a.s)'in
eski kutsal kitaplarda, eski ümmetlerce bilinen üç adı daha vardır: Mâhi,
Hâşir, Âkıb. Bu konuda şöyle buyurmuştur:
"Bana âit beş yüce isim vardır. Ben Muhammed ve Ahmed'im. Ben Mâhi'yim,
ki Allah benim (nübüvvetim)le küfrü izâle edecektir. Ben Hâşir'im ki (kıyamet
gününde) insanlar benim ardımdan haşrolunacaklardır. Ben Âkib'im, Çünkü
peygamberlerin sonuyum. (Buhârî 4/11;Tecrid Tercemesi, 9/291, Hadis No:
1439; Müslim, 4/1827, Hadis No: 2354. Rasûlüllah (s.a.s.)'in diğer isimleri
için bkz. Tecrid Tercemesi, 9/291-294 ve 10/43)
(20) Hz. Muhammed (s.a.s.)'in Adnân'a kadar kesintisiz bilinen nesebi
sırasıyla şöyledir: Abdullah, Abdülmuttalib, Hâşim, Abdümenâf, Kusayy,
Kilâb, Mürre, Kâab, Lüey, Galib, Fihr (Kureyş), Mâlik, en-Nadr, Kinâne,
Huzeyme, Müdrike, İlyâs, Mudar, Nizâr, Meadd, Adnân, (el-Buhârî, 4/238;
İbn Hişâm, 1/1-2)
Annesinin nesebi de şöyledir: Vehb, Abdümenâf, Zühre, Kilâb, Mürre...
Görüldüğü üzere her iki tarafın nesebi Kilâb'da birleşmektedir. (İbn Hişam,
1/115)
(21) Aynî, Umdetü'l-Karî, 8/54; Tecrid Tercemesi, 10/43; Asr-ı Saâdet,
1/178-179
(22) El-Buhârî, 4/166; Tecrid Tercemesi, 9/316 (Hadis No: 1454) ve 10/44
(23) Müslim, 4/1782 ( Hadis No: 2276); Tirmizi, 5/583 (Hadis No: 3605);
Tecrid Tercemesi 10/44
(24) Bkz. İbn Kesir, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 2/255-256, Tecrid Tercemesi,
10/44;
Târih-i Din-i İslâm, 2/5
(25) Asr-ı Saâdet, 1/187
(26) Târih-i Din-i İslâm, 2/16
(27) İbnü'l-Esir, el-Kâmil, 1/459; İbn Sa'd, Tabakat 1/108
(28) İbnü'l-Esir, a.g.e., 1/460
(29) Mansur Ali Nâsıf, et-Tâc, 5/6, Kahire, 1382/ 1962 (Ebû Dâvud'dan)
(30) Bkz. İbn Hişâm, 1/174; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 461-462; Hamîdullah,
İslâm Peygamberi 1/40
Rasûlüllah (s.a.s.)'in hayatında şakk-ı sadr olayı bir kaç defa olmuştur.
İlki, süt annesi Halîme'nin yanında iken meydana gelmiştir. Melekler,
göğsünü açıp, "işte şeytanın sendeki nasibi" diyerek bir pıhtı
çıkarıp atmışlardır. (Müslim, 1/147 K. İmân B. 74, Hadis No: 261). İlk
vahyin gelişinden önce de, vahyin ağırlığına dayanabilmisi için, şakk-ı
sadr olayının tekrarlandığı rivâyet edilmiştir. Mirâc mucize'sinden önce
de Cebrâil (a.s.) Rasûlüllah (s.a.s.)'in göğsünü açıp "zemzem suyu"
ile yıkadıktan sonra imân ve hikmet doldurmuştur. (Tecrid Tercemesi, 2/227,
Hadis No: 227 ve izâhı)
(31) İbn Hişâm, 1/177; Tecrid Tercemesi, 4/699
(32) Târih-i Din-i İslâm, 2/23; Tecrid Tercemesi, 2/699
(33/1) Abdülmuttalib'in çeşitli zevcelerinden 10 oğlu ve 6 kızı vardı.
Bunlar içinde Hz. Ali'nin babası Ebû Tâlib ile Peygamberimiz (s.a.s)'in
babası Abdullah ana baba bir kardeşti. (Asr-ı Saâdet 1/ 197; Târihi-i
Din-i İslâm, 2/27)
Oğulları: Abbâs, Hamza, Abdullah, Ebû Tâlib (asıl adı Abdimenâf) Zübeyr,
Hâris, Hacl, Mukavvim, Dırar, Ebû Leheb (asıl adı Abduluzza) dır. Kızları
ise: Safiyye, Ümmü Hakim el- Beyda, Âtike, Ümeyme, Eravâ, Berre. (İbn
Hişâm, 1/113)
(33/2) İbn Sa'd, et-Tabakat, 1/116-117; Tecrid Tercemesi, 4/683
Kelime Açıklamaları:
Hasrân: Sapıklık, aldanma-Mamûre-i dünya: Dünyada insanların yaşadığı
yerler, kalkınmış ülkeler-Beter: daha kötü-Beşer: İnsan cinsi, bütün insanlar-Dişsiz:
(burada) güçsüz, zayıf, kimsesiz-Fevza: Kargaşa, anarşi-Âfak: Ufuklar-Ufuk:
Uzaklara bakıldığında yeryüzünün gökyüzüyle birleşmiş gibi görünen yeri-Zemin:
Yeryüzü. Şark: Doğu ülkeleri-Tefrika: Fikir ayrılığı-Nefha: Üfürme-Mâsûm:
Günahsız-Hamle: Atılma, saldırma-Kayser: Bizans imparatorlarına verilen
ünvan-Kisrâ: İran hükümdarlarına verilen ünvan-Acz: Güçsüzlük- Zevâl:
Yok olma-Şer'i mübin: İslâm dini-Şehbal: kanat, kanattaki uzun tüyler-Adl:
adalet-Medyûn: Borçlu-Beşeriyyet: İnsanlık-Mahşer: Kıyâmette insanların
toplanacağı yer-Haşretmek: Kıyâmet günü insanları dirildikten sonra mahşerde
toplamak.
--------------------------------------------------------------------------------
II- HZ. MUHAMMED (S.A.S.)'İN GENÇLİK DÖNEMİ
1- EBÛ TÂLİB'İN HİMÂYESİ
Peygamberimizin hayâtının sekiz yaşından yirmibeş yaşına kadar olan dönemine
"gençlik devresi" denilir. Bu devrede Rasûlullah (s.a.s.) amcası
Ebû Tâlib'in yanında, onun himâyesi altında bulunmuştur.
Ebû Tâlib, zeki ve âlicenâb bir zâtdı. Zengin olmamakla beraber, asâleti
ve âlicenâplığı sebebiyle herkesten saygı görüyordu. Yeğeni Hz. Muhammed'i
çok seviyor, hiç yanından ayırmıyordu.
2- SEYÂHATLERi
a) Şam Seyâhati
Mekke iklimi zirâate elverişli olmadığından, Mekkeliler ticâretle uğraşırlar,
çocuklarını da ticârete alıştırırlardı. Ticâret için kervanlarla, yazın
Şam'a, kışın Yemen'e seyâhet ederlerdi. Ebû Tâlip de diğer Mekkeliler
gibi kervan ticâreti yapıyordu. Bir defasında Şam'a giderken, Hz. Muhammed
(s.a.s.)'e amcasından ayrılmak zor geldi; kendisini de yanında götürmesini
istedi. Ebû Tâlib çok sevdiği yeğenini kırmadı. O'nu da kafileyle beraberinde
götürdü. Bu esnâda henüz oniki yaşındaydı.
Şam'ın 90 km. kadar güneyinde Busrâ (Eski Şam) denilen kasabada "Bahîra"
adında bir Hıristiyan râhibi vardı. Kasabaya uğrayan kervanlarla hiç ilgilenmediği
halde, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in içinde bulunduğu kervanı karşılayarak
bütün kafileye bir ziyâfet verdi. Bahîra okuduğu kutsal kitaplardan edindiği
bilgilerle, Hz Muhammed (s.a.s.)'in simâsından, O'nun istikbâlini sezmişti.
O'nunla konuştu. Sorular sordu. Aldığı cevâplar, kanâatini kuvvetlendirdi.
Şam yolculuğunun bu çocuk için tehlikeli olacağını düşündü. Ebû Tâlib'e:
-"Bu çocuk son Peygamber olacaktır. Şam Yahûdîleri içinde O'nun alâmet
ve vasıflarını bilen kâhinler vardır. Tanırlarsa, ihânet ve kötülüklerinden
korkulur. Bu çocuğu Şam'a götürmeyiniz..."dedi. Bu sözler üzerine
Ebû Tâlib Şam'a gitmekten vazgeçti. Alışverişini burada bitirip, geri
döndü.(34)
Son Peygamberin geleceği ve O'nun bir çok vasıfları Tevrât ve İncil'de
bildirilmişti. Bu sebeple, Yahûdî ve Hristiyan bilginleri, O'nun alâmetlerini
ve vasıflarını biliyorlardı. Hicretten sonra Müslüman olan Medineli Yahûdi
âlimi Abdullah İbn Selâm'ın "Tevrat'ta Hz. Muhammed (s.a.s.) ve Hz.
İsa (a.s.)'ın sıfatları vardır" dediğini, "Kütüb-i Sitte"
denilen altı güvenilir hadis kitabından Tirmizi'nin es-Sünen'inde rivâyet
edilmiştir."(35)
Gülünç Bir İddiâ
Hz. Muhammed (s.a.s.)'in 12 yaşında yaptığı bu seyâhatta râhip Bahîra
ile görüşmesini, bazı Hıristiyan yazarlar, Hıristiyanlığın bir zaferi
gibi göstermek istemişler, Peygamberimiz (s.a.s.)'in bütün dinî esasları
bu râhipten öğrendiğini iddia etmişlerdir.
Bu iddia son derece gülünç ve tutarsızdır. Oniki yaşındaki bir çocuğun,
İslâm gibi mükemmel bir dinin esaslarını bir kaç saatlik görüşme esnâsında
öğrenmesi mümkün değildir. Bu râhip bu esasları bilseydi, kendisi tebliğ
ederdi. Eğer burada böyle bir konu konuşulsaydı, kafilenin gözü önünde
yapılan bu konuşma ağızdan ağıza yayılırdı. Peygamberliğini ilân ettiği
zaman inanmayanlar, "bunlar Bahîra'nın sözleri" demezler miydi?
Üstelik İslâmiyet, Hıristiyanların "teslis" (üçlü tanrı sistemi)
inancını tamâmen reddetmiş "Tevhid inancını" getirmiştir. Görüldüğü
üzere, bu iddia son derece çürük ve çirkin bir iftirâdan başka bir şey
değildir.
b) Yemen Seyâhati
Hz. Muhammed (s.a.s.) 17 yaşında iken de, diğer bir ticâret kafilesi ile
amcalarından Zübeyr ve Abbâs'la birlikte Yemen'e gidip gelmiştir.(36)
3- FİCÂR SAVAŞINA KATILMASI
Müslümanlıktan önce (Câhiliyet Döneminde) Araplar arasında iç savaşlar
eksik olmazdı. Yalnızca "Eşhür-i hurum" denilen dört ayda savaşmak
haram sayılırdı. Bu dört ayda (Zilka'de, Zilhicce, Muharrem, Receb) savaş
yapılacak olursa fâcirane sayıldığı için buna "Ficâr Savaşı"
denirdi.
Kureyş kabîlesi ile Hevâzin kabîlesi arasında kan davası yüzünden bir
savaş başlamış, dört yıl sürmüştü. Savaş, kan dökülmesi haram olan aylarda
da devâm ettiği için "Ficâr Savaşı" denildi.
Peygamberimiz (s.a.s.) yirmi yaşlarında iken bu savaşa amcaları ile birlikte
katıldı. Fakat kimseye ok atmamış, kimsenin kanını dökmemiştir. Sâdece
karşı taraftan atılan okları toplayıp, amcalarına vermiştir.(37)
4- HILFU'L-FUDÛL CEMİYETİNDE ÜYELİĞİ
Uzun süren Ficâr savaşı esnâsında Mekke'de âsâyiş bozulmuş, can ve mal
güvenliği kalmamıştı. Özellikle dışarıdan mal getiren yabancıların malları
yağmalanıyordu.
Vâil oğlu Âs, Mekke'ye gelen Yemen'li bir tâcirin bütün malını gasbetmiş,
haksız olarak elinden almıştı. Yemen'li, Ebû Kubeys dağına çıkarak uğradığı
haksızlığa karşı, bütün kabîleleri yardıma çağırdı. Yemenlinin bu feryâdı
üzerine Peygamberimiz (s.a.s.)'in amcası Zübeyr, Kureyşin bütün ileri
gelenlerini çağırdı. Hâşimoğulları, Zühreoğulları, Esedoğulları, Temimoğulları,
Abdülluzzaoğulları, Zübeyrin dâvetine icâbet ederek, Beni Temîm'den Cüd'ân
oğlu Abdullah'ın evinde toplandılar."Mekke'de zulmü önlemeğe yerli-yabancı
hiç kimseye karşı haksızlık ettirmemeğe" karar verdiler. Haksızlığa
uğrayan kimselere yardım edeceklerine yemin ettiler. Yemenlinin hakkını
Âs'tan alıp geri verdiler. Mekke'de âsâyişi yoluna koydular.
Vaktiyle, Cürhümîler zamanında Fadl b. Hâris,, Fudayl b. Vedâa ve Mufaddal
b. Fedâle isimlerinde üç kabîle başkanı, kabîleleri ile toplanarak,"Mekke'de
zulme meydan vermeyeceğiz, zayıfların hakkını adâlet üzere alacağız..."(38)
diye yemin etmişlerdi. Onların bu yeminlerine "Hılfu'l-fudûl"
(Fadılllar yemini) denilmişti. Cüd'ân oğlu Abdullah'ın evinde aynı konuda
yapılan yemine de bu sebeple "Hılfu'l-fudûl" denildi.
Peygamberimiz (s.a.s.) 20 yaşında iken bu toplantıda amcaları ile beraber
üye olarak bulundu. Bu cemiyetin çalışmalarından son derece memnun kaldığını
Peygamberliğinden sonra: "İslâm'da da böyle bir cemiyete cağrılsam,
yine icâbet ederim", sözleriyle ifâde etmiştir.(39)
--------------------------------------------------------------------------------
(34) Bkz. et-Tirmizi, es-Sünen, 5/590-591 (Hadis No: 3620); İbn Hişâm,
1/91-194; İbnü'l-Esîr,a.g.e., 2/37
(35) et-Tirmizi, 5/588, (Hadis No:3617)
(36) Târih-i Din-i İslâm, 2/33
(37) İbn Hişâm, 1/198
(38) İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/41
(39) İbn Hişâm 141-142; Tarih-i Din-i İslâm, 2/ 36; Tecrid Tercemesi,
7/101
--------------------------------------------------------------------------------
III- HZ. MUHAMMED (S.A.S.)'İN EVLİLİK DÖNEMİ
1- TİCÂRET HAYÂTI
Bütün Mekke'liler gibi Hz. Muhammed (s.a.s.) de amcasıyle birlikte ticâret
yapıyordu. Gerek çocukluğunda, gerekse ticâret hayâtında, dürüstlüğü ile
tanınmıştı. Sözünde durmadığı, yalan söylediği, başkalarına zarar verecek
bir davranışta bulunduğu, bir kimseyi incittiği asla görülmemiş; dürüstlüğü
dillere destan olmuştu. Bu yüzden Mekke'liler O'na "el-Emîn"
(her konuda güvenilir kişi) diyorlardı. O'nun bu yüksek ahlâkını öğrenen
Kureyşin zengin kadınlarından Hatice, kendisine sermâye vererek ticâret
ortaklığı teklif etti. Böylece Peygamber (s.a.s.) ile Hatice arasında
ticâret ortaklığı başladı.
2- HZ. HATİCE İLE EVLENMESİ
Kureyşin Esed oğulları kolundan Huveylid kızı Hatice zeki, dirâyetli,
şeref ve asâlet sâhibi, 39-40 yaşlarında zengin ve güzel bir hanımdı.
Daha önce iki defa evlenmiş ve dul kalmıştı. Kureyşin ileri gelenlerinden
pek çok isteyenler olmuş, fakat hiç biri ile evlenmemişti. Güvendiği kimselere
sermâye vererek ticâret ortaklığı yapıyor, böylece servetini artırıyordu.
Yüksek ahlâk ve âli-cenâblığı sebebiyle, kendisine Müslümanlıktan önce
"Tâhire" denildiği gibi, sonra da "Haticetü'l-Kübra"
denilmiştir.
Hz. Hatice bir ticâret kafilesiyle Peygamberimiz (s.a.s.)'i Şam'a gönderdi.
Kölesi Meysere'yi de hizmetine verdi. Fakat Hz. Peygamber (s.a.s.) Şam'a
kadar gitmedi; malları Busra'da satarak geri döndü. Çünkü Bahîra'nın ölümünden
sonra yerine geçen Râhip Nestûra da, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in Şam'a gitmesini
uygun bulmamıştı.(40)
Üç ay kadar sonra, Hz. Muhammed (s.a.s.) beklenilenin çok üzerinde kazanç
elde ederek döndü. Hz. Hatice, bu büyük insanın emniyet, dürüstlük ve
gayretine hayran oldu. Daha sonra araya vasıtalar girdi; evlenmeleri kararlaştırıldı.
Bu esnâda Hz.Muhammed (s.a.s.) 25, Hz Hatice ise 40 yaşlarındaydı.(41)
Nikâh, Hatice'nin amcazâdesi, Varaka oğlu Nevfel tarafından Hz. Hatice'nin
evinde kıyıldı. Ebû Tâlib ile Varaka birer hitâbede bulunarak, her iki
âilenin üstünlük ve meziyetlerini dile getirdiler.(42) Esâsen, Hz. Peygamber
(s.a.s.) ile Hz. Hatice'nin nesebleri Kusayy'da birleşir. Hz. Hatice'ye
20 dişi deve mehir verildi.(43) Nikâhtan sonra develer kesilerek dâvetlilere
ziyâfet çekildi.
Evlenmelerinden sonra, Hz. Muhammed (s.a.s.), Hz. Hatice'nin evine geçti.
Örnek ve mutlu bir âile yuvası kurdular. Hz. Hatice, Hz. Muhammed (s.a.s.)'e
derin bir saygı ve sevgi ile bağlıydı. Peygamberliğinden önce olduğu gibi,
Peygamberlik devrinde de en büyük yardımcısı oldu. Yüksek ve eşsiz ruhlu
bir hanım olduğunu gösterdi.
Peygamberimiz (s.a.s.)'de ondan son derece memnundu. O devirde çok evlilik
âdet olduğu ve bir çok teklifler aldığı ve aralarında yaş farkı da bulunduğu
halde, onun üzerine evlenmedi; ölümünden sonra da onu hep hayırla andı.
3- HZ. PEYGAMBER (S.A.S)'İN ÇOCUKLARI
Peygamberimiz (s.a.s.)'in Hz. Hatice'den ikisi erkek, dördü kız olmak
üzere sırasıyla, Kaasım, Zeyneb, Rukiyye, Ümmü Gülsüm, Fâtıma ve Abdullah
adlarında altı çocuğu oldu. Arablarda ilk çocuğun adı ile künyelendirme
âdet olduğundan Hz.Peygamber (s.a.s.)'e de "Ebü'l-Kaasım" denildi.
Kaasım ile Abdullah küçük yaşta öldüler. Kızları büyüdüler. Fakat Fâtıma'dan
başka hepsi de babalarından önce vefât ettiler. Yalnız Fâtıma, Peygamber
(s.a.s.)'in vefâtından sonra altı ay daha yaşadı.
Rasûl-i Ekrem (s.a.s), kızlarının en büyüğü Zeyneb'i Ebu'l-Âs ile evlendirdi.
Ebü'l Âs, Müslüman olmadığı için, Zeyneb'in hicretine izin vermemişti.
Bedir Savaşında esir düştü. Zeyneb'i Medine'ye göndermek şartı ile serbest
bırakıldı. Daha sonra Müslüman olarak Medine'ye geldi. Zeyneb'i tekrar
aldı.(44)
Rukiyye ile Ümmü Gülsüm'ü, amcası Ebû Leheb'in oğullarından Utbe ve Uteybe
ile evlendirmişti. İslâmiyetten sonra Ebû Leheb, Hz. Peygamber (s.a.s.)'e
olan düşmanlığı sebebiyle oğullarına eşlerini boşamaları için baskı yaptı.
Onlar boşadıktan sonra, Rasûlullah (s.a.s.) Rukiyye'yi Hz. Osman'la evlendirdi.
Rukiyye'nin ölümünden sonra da Ümmü Gülsüm'ü nikâhladı. Bu yüzden Hz.
Osman'a "iki nûr sâhibi" anlamına "Zi'n-nûreyn" denildi.
En küçük kızı Fâtıma'yı ise Hz. Ali ile evlendirdi. Hasan ve Hüseyin,
Hz. Fâtıma'nın çocuklarıdır. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in nesli, Hz. Fâtıma
ile devâm etmiştir.
Peygamberimiz (s.a.s.)'in Mısırlı eşi Mâriye'den de İbrâhim adlı bir oğlu
olmuş, fakat Hicretin 10'uncu yılında henüz iki yaşına girmeden ölmüştür.
4- KÂBE'NİN TÂMİRİNDE HAKEMLİĞİ (605 M.)
Hz. İbrâhim ve Hz. İsmâil tarafından yapılmış olan Kâbe, geçen uzun asırlar
içinde yağmur ve sel suları ile harabolmuş, tâmir edilmesi gerekmişti.
Kureyşliler, Kâbe binasını yıkarak, yeniden yapmaya karar verdiler. Yardımlar
toplandı, gerekli malzeme temin edildi. Hz. İbrâhim'in yaptığı temele
kadar yıkarak, duvarları yeniden örmeğe başladılar. Ancak; "Hacer-i
Esved"i yerine koyma sırası gelince anlaşamadılar. Kureyş'in bütün
kolları, bu şerefin kendilerine âit olmasını istiyordu. Anlaşmazlık dört
gün sürdü, kan dökülmek üzereydi ki,(45) Kureyş'in en ihtiyarı Ebû Ümeyye
veya Huzeyfe b. Muğîre"Harem kapısından ilk girecek zâtın hakem yapılarak,
onun vereceği karara uyulmasını" teklif etti.(46) Bu teklif kabul
edildi. Az sonra kapıdan Hz. Muhammed (s.a.s) girmişti. Buna o kadar sevindiler
ki, "el-Emîn, el-Emîn, O'nun hakemliğine râzıyız..." diye bağrıştılar.Yanlarına
gelince, durumu anlattılar.
Hz. Muhammed (s.a.s.), üzerine Hacer-i Esved-i koyduğu yaygının uçlarını
Kureyşin ulularına tutturdu; hep berâber, konulacağı yere kadar taşıdılar.
Hz. Peygamber (s.a.s.)'de taşı alıp yerine yerleştirdi. Anlaşmazlığın
bu şekilde çözümlenmesi herkesi memnûn etti. Böylece büyük bir felâket
önlenmiş oldu.(47)
Bu olay, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in zekâ ve dirâyeti yanında, O'nun Mekkeliler
arasındaki sonsuz itibâr ve güvenini de göstermektedir. Bu esnâda Rasûl-i
Ekrem (s.a.s.) 35 yaşında idi.
Kâbe'nin tâmirinde Hz. Peygamber (s.a.s.) de bizzât çalışmış, taş taşımış,
hatta bu yüzden omuzları yara olmuştu. Bir defa, amcası Abbâs'ın sözüne
uyarak, taş acıtmasın diye elbisesini omuzuna topladığında vücûdu açılıverince
baygın halde yere düşmüştü. Rasûlullah (s.a.s.) o andan sonra hiç üryân
görülmemiştir.(48)
--------------------------------------------------------------------------------
(40) İbnü'l-Esîr, el-Kâmil 2/39
(41) İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/39
(42) Her iki hutbenin metin ve tercemeleri için bkz. Târih-i Din-i İslâm,
2/ 47-48
(43) İbn Hişâm, 1/201. Beşyüz altın veya beşyüz dirhem.. gibi rivâyetler
de vardır.
(44) Ebûl-Âs ile ilgili daha geniş bilgi için, bkz. Tecrid Tercemesi,
2/373-376, (Hadis No: 313'ün izâhı)
(45) Abdü'd-dâroğulları, ellerini bir çanaktaki kana batırarak, "kanımız
dökülmedikçe, bu konuda kimse bizim önümüze geçemez" diye yemin etmişlerdi.
(Tarih-i Din-i İslâm, 2/55)
(46) Târihi-i Din–i İslâm, 2/55
(47) Bkz. İbn. Hişâm, 1/209; İbnü'l-Esir, a.g.e., 2/45; Tecrid Tercemesi,
6/40-44
(48) el-Buhârî, 1/96; Tecrid Tercemesi, 2/240, Hadis No. 237 ve 6/48
--------------------------------------------------------------------------------
İKİNCİ KISIM
HZ. MUHAMMED (S.A.S.)'İN PEYGAMBERLİK DEVRİ (610-632)
Hz. Muhammed (s.a.s.) 40 yaşında Peygamber
oldu. 23 yıllık Peygamberlik devresinin 13 yılı Mekke'de, 10 yılı Medine'de
geçti. Bu itibârla Peygamberlik devresinin:
a) Nübüvvet'den Hicret'e kadar devâm eden 13 yıllık süresine "Mekke
Devri" (610- 622);
b) Hicretten vefâtına kadar olan 10 yıllık süresine de "Medine Devri"
(622-632) denir.
BİRİNCİ BÖLÜM
MEKKE DEVRİ
I- HZ.MUHAMMED (S.A.S.)'İN PEYGAMBER
OLUŞU
1- HİRA'DA İNZİVÂ
Eskiden beri Mekke'deki hanîf ve zâhitler, recep ayında inzivâya çekilirlerdi.
Her biri, Mekke'nin 3 mil (bir saat) kuzeyinde Hira (Nûr) dağında bir
köşeye çekilir, tefekküre dalardı. (49)
40 yaşlarına doğru Hz. Peygamber (s.a.s.)'in kalbinde de bir yalnızlık
sevgisi belirdi. O da Hira (Nûr) Dağında bir mağaraya çekilip, günlerce
orada kalıyor, Cenâb-ı Hakk'ın sonsuz kudret ve azametini düşünerek O'na
ibâdet ediyordu. Giderken azığını da berâberinde götürüyor, bitince evine
dönüyor, sonra tekrar gidiyordu. Böylece Cenâb-ı Hakk, O'nu büyük vazifesine
hazırlıyordu. Zaman zaman "Sen Allah elçisisin..." diye kulağına
sesler geliyor, fakat etrafta hiç bir şey göremiyordu.(50)
Hz. Muhammed (s.a.s.)'e ilâhi vahyin başlangıcı, sâdık rüyâlar şeklinde
oldu. Gördüğü her rüya, olduğu gibi çıkıyordu. (51) Bu hâl, altı ay kadar
devam etti.
2-İLK VAHY
610 yılı Ramazan ayının(52) Kadir Gecesinde,(53) ridâsına bürünüp Hira'daki
mağarada düşünmeye dalmış olduğu bir sırada, bir sesin kendisini ismi
ile çağırmakta olduğunu duydu. Başını kaldırıp etrafına baktı; kimseyi
göremedi. Bu sırada her tarafı ansızın bir nûr kaplamıştı; dayanamayıp
bayıldı. Kendisine geldiğinde karşısında vahiy meleği Cebrâil'i gördü.
Melek O'na:
-"Oku" Dedi. Hz. Muhammed (s.a.s.):
-"Ben okuma bilmem", diye cevap verdi. Melek, Hz. Muhammed (s.a.s.)'i
kucaklayıp güçsüz bırakıncaya kadar sıkdı.
-"Oku" diye emrini tekrarladı. Hz. Muhammed (s.a.s.) yine:
-"Ben okuma bilmem..." cevâbını verdi. Melek emrini tekrarlayıp
üçüncü defa Hz. Peygamber (s.a.s.)'i sıktıktan sonra "el-Alak"
Sûresi'nin ilk beş âyetini okudu.
"Yaratan Rabb'ının adıyle oku. O, insanı alak'tan (aşılanmış yumurtadan)
yarattı. Oku, kalemle (yazmayı) öğreten, insana bilmediğini belleten Rabb'ın
sonsuz kerem sahibidir." (El-Alak Sûresi, 1-5).
Meleğin arkasından Hz. Peygamber (s.a.s.)'de bu âyetleri tekrarladı. Heyecanla
mağaradan çıkarak evine geldi. Yolda ilerlerken gök yüzünden bir sesin:
"Ya Muhammed. Sen Allah'ın elçisisin, Ben de Cibril'im" dediğini
duydu. Başını kaldırdığı zaman, Cebrâil'i gördü.(54) Korku içinde evine
vardı. Eşi Hz. Hatice'ye:
"Beni örtünüz, çabuk beni örtünüz" dedi. Bir müddet dinlenip
heyecânı geçtikten sonra gördüklerini Hz. Hatice'ye anlattı, kendimden
korkuyorum, dedi. Hz. Hatice, O'nu şu ölmez sözlerle teselli etti.
"Öyle deme. Allah'a yemin ederim ki, Cenâb-ı Hakk hiç bir vakit seni
utandırmaz. Çünkü sen , akrabanı gözetirsin. İşini görmekten âciz kimselerin
ağırlıklarını yüklenirsin, Fakire verir, kimsenin kazandıramayacağını
kazandırırsın. Misâfiri ağırlarsın. Hak yolunda zuhûr eden olaylarda halka
yardım edersin..." (55)
3- VARAKA'NIN SÖZERİ
Hatice daha sonra Hz. Peygamber (s.a.s.)'i amcazâdesi Nevfel oğlu Varaka'ya
götürdü. Varaka hanîflerdendi. Tevrât ve İncil'i okumuş, İbrânî dilini
ve eski dinleri bilen bir ihtiyardı. Varaka Peygamberimiz (s.a.s.)i dinledikten
sonra:
-"Müjde sana yâ Muhammed, Allah'a yemin ederim ki sen Hz. İsâ'nın
haber verdiği son Peygambersin. Gördüğün melek, senden önce Cenâb-ı Hakk'ın
Musâ'ya göndermiş olduğu Cibril'dir. Keşki genç olsaydım da, kavmin seni
yurdundan çıkaracağı günlerde sana yardımcı olabilseydim... Hiç bir Peygamber
yoktur ki, kavmi tarafından düşmanlığa uğramasın, eziyet görmesin..."
(56) dedi. Aradan çok geçmeden Varaka öldü.
--------------------------------------------------------------------------------
(49) Tarih-i Din-i İslâm, 2/60
(50) İbn Hişâm, 1/250
(51) el-Buhârî, 1/3; Tecrid Tercemesi, 1/3 (Hadis No:3); İbn Hişâm, 1/249-250
(52) Bkz. el- Bakara Sûresi, 185
(53) Bkz. el- Kadr Sûresi, 1
(54) İbn Hişâm, 1/253
(55) Bkz. el-Buhârî, 1/3; Tecrid Tercemesi, 1/3-10. (Hadis No:3)
(56) Bkz. el-Buhârî, 1/3;Tecrid Tercemesi, 1/3-10. (Hadis No:3)
--------------------------------------------------------------------------------
II- NEBÎLİK VE RASÛLLUK
Şüpheziz, seni biz, şâhit, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik".
(Fetih Sûresi, 8)
İlk vahiy'den sonra, kısa bir süre vahyin arkası kesildi.(57) Bir gün
Hz. Peygamber (s.a.s.) Hira'dan dönerken, bir ses işitti. Başını kaldırıp
semâya bakınca, kendisine daha önce Hira'daki mağarada gelen meleği gördü.
Korku ve heyecân içinde evine döndü.
"Hemen beni örtünüz, beni örtünüz." dedi. Bu esnada Cebrâil,
el-Müddessir Sûresinin ilk âyetlerini getirdi.
"Ey örtüsüne bürünen (peygamber). Kalk, (insanları) azâb ile korkut.
Rabb'ının adını yücelt (Namaz'da tekbir getir.) Elbiseni temiz tut. Kötü
şeyleri terket." (el-Müddessir Sûresi, 1-5).
İlk vahiy ile Hz. Muhammed (s.a.s.) "Nebî" olmuş, henüz başkalarına
"Hak Dini" tebliğ ile görevlendirilmemişti. Bu ikinci vahiy
ile "Risâlet" verildi. Hak Dini tebliğ ile görevlendirildi.
Ancak açık dâvet emredilmedi.
1- İSLÂMDA İLK İBÂDET
İslâmda Allah'a imândan sonra ilk farz kılınan ibâdet, namazdır. İkinci
vahiy ile el-Müddessir Sûresinin ilk âyetlerinin indirilmesinden sonra,
Mekke'nin üst yanında bir vâdide, Cibril (a.s.), Rasûlullah (s.a.s.)'e
gösterip öğretmek için abdest almış, peşinden Cibril'den gördüğü şekilde
Rasûlullah (s.a.s.) de abdest almıştır.
Sonra Cibril (a.s.) Hz. Peygamber (s.a.s.)'e namaz kıldırmış ve namaz
kılmayı öğretmiştir.(58)
Eve dönünce Rasûlullah (s.a.s.) abdest almayı ve namaz kılmayı eşi Hz.
Hatice'ye öğretmiş, o da abdest almış ve ikisi birlikte cemâatle namaz
kılmışlardır.
2- İLK MÜSLÜMANLAR
"İyilik işlemekte önde olanlar, karşılıklarını almakta da önde olanlardır."
(Vâkıa Sûresi, 10)
Hz. Peygamber (s.a.s.)'e ilk imân eden ve O'nunla birlikte ilk defa namaz
kılan kişi, eşi Hz. Hatice oldu. Daha sonra evlâtlığı Hârise oğlu Zeyd.(59)
ve amcasının oğlu Hz. Ali Müslüman oldular.
a ) Hz. Ali'nin İslâm'ı Kabûl Etmesi
Ebû Tâlib, Hz. Muhammed (s.a.s.)'i, 8 yaşından 25 yaşına kadar evinde
barındırmış O'nu öz çocuklarından daha çok sevmişti. Evliliğinden sonra
Hz. Muhammed (s.a.s.), eşi Hz. Hatice'nin evine geçmiş ve maddî bakımdan
refâha kavuşmuştu. (60) Ebû Tâlib'in âilesi ise pek kalabalıktı. Peygamberimiz
(s.a.s.) amcasının sıkıntısının biraz azalması için 5 yaşından itibâren
Ali'yi yanına almıştı. Bu yüzden Ali, Hz. Peygamber (s.a.s)'in yanında
kalıyordu.(61)
Hz. Ali, Peygamberimiz (s.a.s.) ile Hz. Hatice'yi namaz kılarken görünce,
bunun ne olduğunu sordu. Peygamber Efendimiz, O'na Müslümanlığı anlattı.
O da Müslümanlığı kabûl etti. Bu esnâda Hz. Ali henüz on yaşlarında bir
çocuktu.
b) Hz. Ebû Bekir'in Müslüman Olması
Hz. Muhammed (s.a.s.)'in yakın ve en samîmi dostu olan Ebû Kuhâfe oğlu
Ebû Bekir, Kureyş kabîlesi'nin Teymoğulları kolundandır. Baba ve anne
tarafından soyu, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in soyu ile Mürre'de birleşir.
Hz. Ebû Bekir'in Mekke'de Kureyş arasında büyük bir itibârı vardı. Zengin
ve dürüst bir tüccârdı. Aralarındaki güven ve samîmiyet sebebiyle, Peygamberimiz
(s.a.s.) âilesi dışındakilerden ilk olarak Hz. Ebû Bekir'i İslâm'a dâvet
etti. Hz. Ebû Bekir bu dâveti tereddütsüz kabûl etti. Esâsen, câhiliyet
devrinde bile putlara hiç tapmamış, ağzına bir yudum içki koymamıştı.
Hz. Ebû Bekir'in Müslüman olmasıyla, Peygamberimiz (s.a.s.) büyük bir
desteğe kavuştu. Onun gayret ve delâletiyle, Mekke'nin önemli şahsiyetlerinden
Affân oğlu Osmân, Avf oğlu Abdurrahman, Ebû Vakkas oğlu Sa'd, Avvâm oğlu
Zübeyr, Ubeydullah oğlu Talha da Müslümanlığı kabûl ettiler. Hz. Hatice'den
sonra Müslüman olan bu 8 zata "İlk Müslümanlar" (Sabıkûn-i İslâm)
denilir.
(57) İlk vahiy ile ikinci vahiy arasında
geçen "fetret-i vahy" süresinin ne kadar devâm ettiğine dâir
rivâyetler 15 gün ile 3 yıl arasında değişmektedir. (Bkz. Tecrid Tercemesi,
1/11. Hadis No: 4'ün açıklaması) Olayların seyrine göre, 1-2 aydan daha
çok olmaması gerekir. 2-3 yıl gibi uzun süre olduğunu söyleyenler, "gizli
dâvet" süresi ile "fetret-i vahy"i ayıramamış olmalıdırlar.
(58) İbn Hişâm, 1/260-261; Tecrid Tercemesi, 2/231, (Hadis No: 227'nin
açıklaması); Tâhir Olgun, İbâdet Târihi, 28, İstanbul, 1946
(59) Zeyd, Kudâa kabilesindendi. Küçük yaşta esir edilmiş, köle olarak
satılmıştı. Hz. Hatice, evliliklerinden sonra O'nu Hz. Muhammed (s.a.s.)'e
hediye etti. Babası Hârise, oğlunu araya araya nihâyet Hz. Peygamber (s.a.s.)'in
yanında buldu. Hz. Peygamber (s.a.s.) kendisini âzâd ederek babası ile
gitmesine izin verdi. Fakat Zeyd, babası ile gitmedi; "babam da sensin,
annem de..." diyerek, Hz. Muhammed (s.a.s.)'den ayrılmadı. Hz. Muhammed
(s.a.s.)'de onu evlâd edindi. (İbn Hişâm, 1/265), Kur'an-ı Kerîm'de açık
olarak adı geçen sahâbî, yalnızca Zeyd'dir. (el-Ahzâb Sûresi, 37) Peygamberimiz
(s.a.s.) onu Ümmü Eymen ile evlendirmiş, bu evlilikten meşhûr komutan
"Üsâme" doğmuştur. Zeyd, Hicretin 8'inci yılında Mûte Savaşında
şehid olmuştur. (Geniş bilgi için bkz. Tecrid Ter. 4/538 - 540, Hadis
No: 644)
(60) Bkz. ed-Duhâ Sûresi, 8
(61) Abbas da aynı maksatla Câfer'i yanına almıştı. (Bkz. İbn Hişâm, 1/263)
3- AÇIK DÂVETİN BAŞLAMASI (613-614 M)
Peygamber (s.a.s.) Efendimiz ilk üç yıl halkı gizlice İslâm'a dâvet etti.
Yalnızca çok güvendiği kimselere İslâm'ı açıkladı. (62) Başta Hz. Ebû
Bekir olmak üzere, Hak dini kabul etmiş olanlar da, el altından güvendikleri
arkadaşlarını teşvik ediyorlardı. Bu üç yıl içinde Müslümanların sayısı
ancak 30'a çıkabildi.(63) Bunlar ibâdetlerini evlerinde gizlice yapıyorlardı.
Peygamberliğin dördüncü yılında (614 M.) inen: "Sana emrolunan şeyi
açıkca ortaya koy, müşriklere aldırma". (el-Hicr Sûresi, 94) anlamındaki
âyet-i celile ile İslâm'ı açıktan tebliğ etmesi emrolundu. Bunun üzerine
Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) halkı açıktan İslâm'a dâvete başladı.
Harem-i Şerif'e gidip kendisine inen âyetleri açıktan okuyordu:
"Ey insanlar şüphesiz ben, göklerin ve yerin mülk (ve hâkimiyetine)
sâhip ve kendinden başka hiç bir tanrı olmayan, dirilten ve öldüren Allah'ın
sizin hepinize gönderdiği Peygamberiyim. O halde Allah'a, ümmî nebiy olan
Rasûlune-ki O'da Allah'a ve O'nun sözlerine inanmıştır,- imân edin, O'na
uyun ki doğru yolu bulmuş olasınız..." (el-A'raf Sûresi, 158) diyerek
onları İslâm'a dâvet ediyordu.
Açık dâvetin başlamasından sonra, halkla daha kolay temas edebilmek için
Rasûlullah (s.a.s.), kendi evinden, Safâ ile Merve arasında işlek bir
yerde bulunan "Erkam"ın evine taşındı. Bir çok kimse bu evde
İslâm'la şereflendiği için bu eve "Dâr-ı İslâm" denildi.(64/1)
4- YAKIN AKRABASINI İSLÂM'A DÂVETİ
"Önce en yakın akrabanı (Allah'ın azâbıyla) korkut" (eş Şuarâ
Sûresi, 214) anlamındaki âyet-i celîle inince Rasûl-i Ekrem (s.a.s.),
Safâ Tepesi'ne çıkarak:
"Ey Abdülmuttaliboğulları, Ey Fihroğulları, Ey Abdimenâfoğulları,
Ey Zühreoğulları..." diyerek bütün akrabasına oymak oymak seslendi.
Hepsi toplandıktan sonra:
-"Ey Kureyş cemâati, size "şu dağın eteğinde veya şu vâdide
düşman süvârisi var. Üzerinize baskın yapacak desem, bana inanır mısınız?"
diye sordu. Hepsi bir ağızdan:
-"Evet, inanırız, çünkü şimdiye kadar senden hiç yalan duymadık,
sen yalan söylemezsin..." dediler. O zaman Rasûlullah (s.a.s.):
-"O halde ben size, önümüzde şiddetli bir azâb günü bulunduğunu,
Alah'a inanıp, O'na kulluk etmeyenlerin bu büyüyk azâba uğrayacaklarını
haber veriyorum... Yemin ederim ki, Allah'tan başka ibâdete lâyık tanrı
yoktur. Ben de Allah'ın size ve bütün insanlara gönderdiği Peygamberiyim...(Rasûl-i
Ekrem her bir oymağa ayrı ayrı hitâb ederek) Allah'tan kendinizi ibâdet
karşılığında satın alarak, azâbından kurtarınız. Bu azâbtan kurtulmanız
için, ben Allah tarafından verilmiş hiç bir nüfûza sâhip değilim..."(64/2)
-"Ey Kureyş Cemâati! Siz uykuya dalar gibi öleceksiniz. Uykudan uyanır
gibi dirileceksiniz. Kabirden kalkıp Allah divânına varınca, muhakkak
dünyadaki bütün yaptıklarınızdan hesâba çekileceksiniz. İyiliklerinizin
mükâfâtını, kötülüklerinizin de cezâsını göreceksiniz. "O Mükâfât
ebedi Cennet, cezâ da Cehennem'e girmektir..." (65) diyerek sözlerini
bitirdi.
Peygamberimiz (s.a.s.)'in bu sözleri, umumi bir muhâlefetle karşılanmadı.
Yalnızca Ebû Leheb:
-"Helâk olasıca, bizi bunun için mi çağırdın?" sözleriyle Rasûlullah
(s.a.s.)'in gönlünü kırdı. Bunun üzerine onun hakkında:
"Ebû Leheb'in iki elleri kurusun,yok olsun. O'na ne malı ne de kazandığı
fayda verdi. Alevli bir ateşe yaslanacaktır O. Boynunda bükülmüş bir ip
olduğu halde, karısı da odun hammalı olarak." (Leheb Sûresi, 1-5)
meâlindeki sûre-i celîle nâzil oldu.(66)
--------------------------------------------------------------------------------
(62) İbn Hişâm, 1/280
(63) Târih-i Din-i İslâm, 2/145; Bu esnâda Müslümanlık çevrede de yavaş
yavaş duyuluyor, ağızdan ağıza yayılıyordu. "Muhammed (s.a.s.) yeni
bir din çıkarmış.. Abdülmuttalib'in yetimine gökten haberler geliyormuş...
diye alay edenler oluyordu.
(64/1) Târih-i Din-i İslâm, 2/151,
(64/2) Bkz. Riyâzü's-sâlihîn Tercemesi, 1/361, (Hadis No: 327)
(65) el-Buhârî, 3/191 ve 4/161; Tecrid Tercemesi, 8/252-255 (Hadis No:
1170) ve 9/283-289; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, 2/60-61
(66) İbnü'l-Esîr,a.g..e., 2/60-61; Târih-i Din-i İslâm, 2/154
--------------------------------------------------------------------------------
III- MEKKE MÜŞRİKLERİNİN MÜSLÜMANLARA
KARŞI DAVRANIŞLARI
İslâm'ın Mekke'de yayılmaya başlaması ile Mekke halkı iki kısma ayrıldı.
l) Müslümanlar, 2) Müslümanlığı kabûl etmeyen müşrikler.
Müşriklerin, Müslümanlara karşı davranışları, sırasıyla beş safha geçirdi:
Alay, hakaret, işkence, ilişkileri kesme (boykot), memleketten çıkarma
ve öldürme (şiddet politikası).
1- ALAY VE HAKARET DÖNEMİ
Kureyşliler başlangıçta Hz. Muhammed (s.a.s)'in Peygamberliğini önemsememiş
göründüler. İmân etmemekle beraber, putlar aleyhine söz söylemedikçe,
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in dâvetine ses çıkarmadılar. Yalnızca, Rasûlullah
(s.a.s.)'i gördüklerinde, "İşte gökten kendisine haber geldiğini
iddia eden..." diyerek eğlendiler. Müslümanları alaya alıp küçümsediler.
Böylece "alay devri" başlamış oldu.
Kurân-ı Kerîm, onların bu tutumlarını bize bildirmektedir.
"Suçlular, şüphesiz mü'minlere gülerlerdi. Yanlarından geçtiklerinde,
birbirlerine göz kırpıp, kaş işâretiyle istihzâ ederlerdi. Arkadaşlarına
döndüklerinde, eğlenerek (neş'e içinde) dönerlerdi. Mü'minleri gördüklerinde,
"bunlar gerçekten sapık kimseler" derlerdi. (el-Mutaffifîn Sûresi,
29-32)
Putlarla ilgili, "Siz de; Allah'ı bırakıp tapmakta olduklarınız (putlar)
da, hiç şüphesiz Cehennem odunusunuz..." (el-Enbiya Sûresi, 98) anlamındaki
âyet-i kerîme inince, müşrikler son derece kızdılar. Artık Müslümanlara
düşman olup, hakaret ettiler. Böylece, "hakaret devri" başladı.
Kureyş'in puta tapıcılıkta yararı vardı. Mekke puta tapıcıların merkezi
durumundaydı. Kâbe ve civârındaki putları ziyâret için gelenlerle Mekke
hergün dolup taşıyor, bu yüzden Kureyş, hem para, hem itibâr kazanıyordu.
Mekke'de Müslümanlık yayılırsa bütün bu menfaatler elden gittiği gibi,
diğer kabîleler Kureyş'e düşman olabilirlerdi. Üstelik Müslümanlık herkesi
eşit sayıyor, soy-sop, asâlet, zenginlik-fâkirlik farkı gözetmiyordu.
Bu yüzden Kureyş ileri gelenleri Müslümanlığı kendi çıkarları için tehlikeli
gördüler. Müslümanlığın yayılmasını önlemek ve ortadan kaldırmak için
her çâreye başvurdular.
2- İŞKENCE DÖNEMİ
a) Kureyş'in Ebû Tâlib'e Başvurması:
Kureyş'in ileri gelenlerinden Utbe b. Rabia, Şeybe b. Rabia, Ebû Cehil,
Ebû Süfyan, Velîd b. Muğıra, Âs b. Vâil ve Âs b. Hişâm'dan oluşan bir
hey'et Hâşimoğullarının reisi Ebû Tâlib'e gelerek:
"Kardeşinin oğlu ilâhlarımıza hakaret ediyor, dinimizi yeriyor, bizi
aptal, dedelerimizi sapık gösteriyor. Ya O bu işten vazgeçsin, yahut sen
himâyeden vazgeç de, biz hakkından gelelim..." dediler. Ebû Tâlib
onları tatlılıkla savdı.(67) Hz. Peygamber (s.a.s.)'in eskisi gibi görevine
devam ettiğini görünce yeniden Ebû Tâlib'e geldiler.
"Artık sabır ve tahammülümüz kalmadı. Ne olacaksa olsun, iki taraftan
biri yok olsun, diğeri kurtulsun..." diye tehdit ettiler. Ebû Tâlib
durumun nâzik olduğunu gördü. Bütün Kureyş'e karşı koyamazdı. Yeğeni Hz.
Muhammed (s.a.s.)'e durumu anlatarak:
-"Bak oğlum, akraba arasında düşmanlık sokmak iyi olmaz. Sen yine
dinine göre hareket et, ama onların putlarını aşağılama, onlara sapık
deme. Kendini de , beni de koru, bana gücümün üstünde yük yükleme..."
dedi. Hz. Peygamber (s.a.s.) üzüldü. Artık amcası da kendisini koruyamıyacaktı.
Müslümanlar henüz sayıca az ve zayıftı. Mübârek gözleri yaşlarla dolarak:
-"Ey amca, Allah'a yemin ederim ki, onlar sağ elime Güneş'i, sol
elime de Ay'ı koysalar, ben yine görevimi bırakmam..." diyerek ayrılmak
üzere yerinden kalktı.Yeğeninin gücenmesine dayanamayan Ebû Tâlib:
-"Ey kardeşimin oğlu, istediğini söyle, yemin ederim ki, seni hiç
bir zaman, hiç bir şey karşısında himâyesiz bırakacak değilim." dedi.(68)
Daha sonra Ebû Tâlib, Hâşimoğullarını toplayarak durumu anlattı ve Kureyş'e
karşı âile şerefi adına Hz. Peygamber (s.a.s.)'in korunmasını istedi.
Ebû Leheb'den başka bütün âile fertleri, Müslüman olsun, olmasın, bu teklifi
kabûl ettiler.(69)
b) Kureyş'in Hz.Peygamber (s.a.s)'e
Başvurması
Ebû Tâlib'e yaptıkları mürâcaatlardan bir sonuç alamayınca Kureyş uluları
bizzât, Hz. Peygember (s.a.s.)'e geldiler:
-"Yâ Muhammed! Sen soy ve şeref yönünden hepimizden üstünsün. Fakat
Araplar arasında, şimdiye kadar hiç kimsenin yapmadığını yaptın; aramıza
ayrılık soktun, bizi birbirimize düşürdün. Eğer maksadın zengin olmaksa,
seni kabîlemizin en zengini yapalım. Reislik istersen, başkan seçelim.
Evlenmek düşünüyorsan, Kureyş'in en asil ve en güzel kadınları ile evlendirelim.
Eğer cinlerin kötülüğüne kapılmışsan, seni tedâvî ettirelim. İstediğin
her fedakârlığa katlanalım. Bu davâ'dan vazgeç, düzenimizi bozma..."
dediler. Rasûlullah (s.a.s.):
-"Söylediklerinizden hiç biri bende yok. Beni Rabb'ım size Peygamber
gönderdi, bana kitâp indirdi. Cenâb-ı Hakk'ın emirlerini size tebliğ ediyorum.
İmân ederseniz, dünya ve âhirette mutlu olursunuz. İnkâr ederseniz, Cenâb-ı
Hak aramızda hükmedinceye kadar sabredip bekleyeceğim. Putlara tapmaktan
vazgeçip, yalnızca Allah'a ibadet ediniz...." diye cevâp verdi. (70)
- "Bizim 360 tane putumuz Mekke'yi idâre edemezken bir tek Allah
dünyayı nasıl idâre eder..." diyerek gittiler.(71)
"O kâfirler, içlerinden bir uyarıcının (Peygamberin) geldiğine şaştılar.
'Bu yalancı bir sihirbâzdır' dediler. O (Peygamber) bütün ilâhları tek
bir Tanrı mı yapmış? Bu cidden şaşılacak birşey... dediler". (Sa'd
Sûresi, 4-5).
c) İlk Müslümanların Gördükleri Eza
ve Cefalar
Müşrikler, Ebû Tâlib ve Hz. Peygamberle yaptıkları görüşmelerden netice
alamayınca Müslümanlara ezâ ve işkenceye başladılar.(72)
Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman gibi kuvvetli ve itibârlı bir âileye mensup olanlara
pek ilişemiyorlardı. Fakat kimsesiz, fakir Müslümanlara, özellikle köle
ve câriyelere cihân târihinde eşine rastlanmayan vahşet derecesinde işkenceler
yapıyorlardı. Ebû Füheyke, Habbâb, Bilâl, Suhayb, Ammâr, Yâsir ve Sümeyye
bunlardandı.
Safvân b. Ümeyye'nin kölesi olan Ebû Füheyke, efendisi tarafından her
gün ayağına ip bağlanarak, kızgın çakıl ve kumlar üzerinde sürükletilirdi.
Demirci olan Habbâb, kor hâlindeki kömürlerin üzerine yatırılmış; kömürler
sönüp kararıncaya kadar, göğsüne bastırılarak kıvrandırılmıştı.
Ammâr'ın babası Yâsir, bacaklarından iki ayrı deveye bağlanıp, develer
ters yönlere sürülerek parcalanmış, kocasının bu şekilde vahşice öldürülmesine
dayanamayıp müşriklere karşı söz söyleyen Sümeyye, Ebû Cehil'in attığı
bir ok darbesiyle öldürülmüştü.(73)
Halef oğlu Ümeyye, kölesi Habeşli Bilâl'i hergün çırılçıplak kızgın kumlar
üzerine yatırır, göğsüne kocaman bir taş koyarak güneşin altında saatlerce
bırakır; Hz. Peygamber (s.a.s.)'e küfretmesi, Müslümanlığı terk etmesi
için ezâ ederdi. Birgün, ellerini ayaklarını sımsıkı bağlayarak boynuna
bir ip geçirmiş, sokak çocuklarının eline vererek çıplak vücûdunu kızgın
kumlar üzerinde Mekke sokaklarında sürütmüştü. Sırtı yüzülüp kanlar içinde
kalan Bilâl, bu durumda yarı baygın halde bile "Ehad, Ehad"
(Allah bir, Allah bir) diyordu.(74)
Anne ve babası vahşice öldürülen Ammâr, gördüğü işkencelere dayanamamış,
müşriklerin istedikleri sözleri söylemişti. Ellerinden kurtulunca, ağlayarak
Hz. Peygamber (s.a.s.)'e durumu anlatmış, Rasûlullah (s.a.s.)'de: "Sana
tekrar eziyet ederlerse; kurtulmak için yine öyle söyle" demişti."(75)
Hz. Ebû Bekir, müşrik sâhiplerinin işkencelerinden kurtarmak için, yedi
tane Müslüman köle ve câriyeyi büyük bedeller ödeyerek satın alıp âzâd
etmişti. Rasûlullah (s.a.s.)'in müezzini Bilâl bunlardandı.(76)
Hâşimîlerden çekindikleri ve Ebû Tâlib'in himayesinde olduğu için önceleri
Rasûlullah (s.a.s.)'in şahsına dokunamıyorlardı. Zamanla "mecnûn,
falcı, şâir sihirbaz" gibi sözler söylemeğe başladılar. En sonunda
fırsat buldukça O'na da hakaret, işkence ve her türlü kötülüğü yapmaktan
çekinmediler. Geçeceği yollara dikenler döküyorlar, üzerine pis şeyler
atıyorlar, kapısına kan ve pislik sürüyorlar, evinin önüne pislik atıyolardı.
Bir defa Harem-i Şerifte namaz kılarken "Ukbe b. Ebî Muayt"
saldırıp boğmak istemiş, Hz. Ebû Bekir kurtarmıştı (77) Başka bir zaman,
Kâbe'nin yanında namaz kılarken, Ukbe b. Ebî Muayt Ebû Cehil'in teşvikiyle
yeni kesilmiş bir devenin iç organlarını, secdeye vardığında üzerine atmış;
kızı Fâtıma yetişip üzerindeki pislikleri temizledikten sonra, başını
secdeden kaldırabilmişti.(78) Müşriklerin kötülükleri giderek dayanılmaz
bir duruma gelmiş. Müslümanlar Mekke'de barınamaz hâle gelmişlerdi.
--------------------------------------------------------------------------------
(67) İbn Hişâm, 1/283-284; İbnü'l-Esîr,
a.g.e., 2/63
(68) İbn Hişâm, 1/284; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/64; Târih-i Din-i islâm,
2/156
(69) İbn Hişâm, 1/287; Târih-i Din-i İslâm, 2/158
(70) İbn Hîşâm, 1/315-316; Târih-i Din-i İslâm, 2/161
(71) Târih-i Din-i İslâm, 2/163
(72) İbn Hişâm, 1/287
(73) Zâdü'l-Meâd, 2/116; Asr-ı Saâdet, 1/254
(74) Zâdü'l-Meâd, 2/116; Asr-ı Saâdet, 1/253
(75) "Kalbi imânla dolu olduğu halde, zor ve baskı altında olan kimseler
dışında, imândan sonra Allah'ı inkâr edip gönlünü küfre açan kimselere
Allah katından bir gazap vardır. Büyük azâb da onlar içindir." (en-Nahl
Sûresi, 106) anlamındaki âyet-i kerime o olaydan sonra indi.
(76) İbnü'l-Esîr, 2/66-70; Zâdü'l-Meâd, 2/117; Tecrid Tercemesi 6/ H.No
1017'nin izahı.
(77) el-Buharî, 4/240; Tecrid Tercemesi 10/45-48 (Hadis No : 1544); İbnül
Esîr, a.g.e. 2/279
(78) el-Buhârî, 1/65; Tecrid Tercemesi, 1/161-164 (Hadis No: 177) ve 2/377-378
(Hadis No: 314); Rasûlüllah (s.a.s.) namazını bitirdikten sonra, üç defa:
"Allahım, Kureyş'i Sana havale ediyorum" buyurmuş sonra da orada
aralarında gülüşüp istihza etmekte olan Ebû Cehil, Utbe b. Rabia, Şeybe,
b. Rabia, Velid b. Ukbe b. Ebî Muayt, Ümeyye b. Halef'i isim isim sayarak,
"Allahım, şu güruhu sana havale ediyorum" buyurmuştur. Bunların
hepsi de Bedir Savaşında öldürülerek bir çukura atıldılar. Tecrid Tercemesi,
1/161 (Hadis No: 177) ve 10/47-48
--------------------------------------------------------------------------------
3- HABEŞİSTAN'A HİCRET
"Zulme uğradıktan sonra, Allah yolunda hicret edenleri, and olsun
ki, dünyada güzel bir yerde yerleştiririz. Âhiret ecri ise daha büyüktür."
(en-Nahl Sûresi, 41)
a) Habeşistan'a İlk Hicret Edenler (615 M.)
Müşriklerin ezâları dayanılmaz bir hal almıştı. Müslümanlar serbestçe
ibâdet edemiyorlardı. Bu sebeple Rasûlullah (s.a.s.) Müslümanların Habeşistan'a
hicret etmelerine izin verdi.
Müslümanlar Habeşistan'a iki defa hicret ettiler. İlk defa 12'si erkek,
4'ü kadın 16 kişi Mekke Devri'nin (Peygamberliğin) 5'inci yılında (615
M.) Recep ayında Mekke'den gizlice ayrılarak Kızıldeniz kıyısında birleştiler.
Başlarında bir reisleri yoktu. Buradan kiraladıkları bir gemi ile Habeşistan'a
geçtiler. İçlerinde, Hz. Osman, eşi Rukiyye, Zübeyr b. Avvâm, Abdurrahman
b. Avf ve Abdulllah b. Mes'ûd gibi muhterem zâtlar da vardı.(79)
b) İkinci Habeşistan Hicreti (616
M.)
İlk hicret edenler Habeşistan'da iken inen "en-Necm Sûresi"ni
Hz. Peygamber (s.a.s.) Hârem-i Şerifte müşriklere okudu. Bitince, sûrenin
sonunda "secde âyeti" bulunduğu için, Allah'a secde etti. Bu
sûrenin 19 ve 20'inci âyetlerinde müşriklerin putlarından "Lât, Uzza
ve Menât'ın" isimleri de geçtiğinden müşrikler de Hz. Peygamber (s.a.s.)'le
birlikte putları için secde etmişlerdi. Bu olay, "Mekkeliler toptan
Müslüman oldu" diye bir şâyianın çıkmasına sebep olmuş, bu asılsız
şâyia tâ Habeşistan'da duyulmuş, bu yüzden hicret eden Müslümanlar da,
Habeşistan'da üç ay kaldıktan sonra dönmüşlerdi.(80) Müslümanlar, Habeşistan'dan
döndüklerine pişman oldular. Çünkü müşrikler zulüm ve işkencelerini daha
da artırmışlardı. Bu sebeple Müslümanlar, Mekke Devri'nin 7'inci yılında
(616 M.) 77'si erkek, 13'ü kadın olmak üzere 90 kişi 2'inci defa Habeşistan'a
hicret ettiler. Bu ikinci hicrette kafile başkanı Hz. Ali'nin ağabeyi
Câfer Tayyar'dı.(81)
c) Kureyş Elçileri İle Câfer Arasında
Geçen Münâzara
Müslümanların Habeşistan'a hicreti, müşrikleri endişelendirdi. Müslümanlığın
etrâfa yayılmasından korktular. Hicret eden Müslümanların kendilerine
teslim edilmesi için Habeşistan Necâşi'si (82) Ashame'ye kıymetli hediyelerle
Amr b. Âs ile Abdullah b. Ebî Rabia'yı elçi olarak gönderdiler.(83) Necâşi
Müslümanlarla Kureyş elçilerini huzurunda karşılaştırdı. Müslümanlara:
-"Kureyşliler elçi göndermişler, sizi geri istiyorlar, ne dersiniz"
diye sordu. Müslümanların reisi Câfer ayağa kalkarak:
-"Ey hükümdar, sorunuz onlara, biz onların kölesi miyiz?"
Kureyş delegeleri adına Âs oğlu Amr (Amr b.Âs) cevâp veriyordu:
-Hayır, hepsi hürdür.
-Onlara borcumuz mu var?
-Hayır, hiç birinde alacağımız yok.
-Kısas edilmemiz için, onlardan öldürdüğümüz kimse var mı?
-Öyle bir isteğimiz yok.
-O halde bizden ne istiyorlar?
Amr cevap verdi:
-"Bunlar atalarımızın dininden çıktılar, ilâhlarımıza hakaret ettiler,
gençlerin inançlarını bozdular, aramıza ayrılık soktular."
Bu iddialara karşı Câfer:
-"Ey hükümdar, biz câhil bir kavimdik. Taştan, ağaçtan yaptığımız
putlara tapıyorduk. Kız çocuklarımızı diri diri taprağa gömüyor, ölmüş
hayvanların leşlerini yiyorduk. İçki, kumar, fuhuş ve hertürlü ahlâksızlığı
yapıyorduk. Hak hukuk tanımıyorduk. Kuvvetliler zayıfları eziyor, zenginler
fakirlerin sırtından geçiniyordu.
Cenâb-ı Hakk bizim hidâyetimizi diledi. İçimizden soyu-sopu, asâleti,
ahlâk, fazilet ve dürüstlüğü hakkında kimsenin kötü söz edemeyeceği bir
Peygamber gönderdi. O bizi puta tapma zilletinden kurtardı. Tek, Allah'ı
tanıttı. Yalnız O'na kulluğa çağırdı. Bütün ahlâksızlıklardan uzaklaştırdı.
Doğru söylemeği, emâneti gözetmeyi, akrabalık haklarına riâyeti, komşularla
hoş geçinmeyi öğretti. Yalan söylemeği, yetim malı yemeği, haksızlık etmeği
yasakladı.
Biz O'na inandık. O'nun gösterdiği Hak Dini kabûl ettik. Bu yüzden kavmimizin
hakaret ve işkencelerine uğradık. Fakat dinimizden dönmedik. Dayanamaz
hâle gelince onlardan kaçıp, sizin himâyenize sığındık..." dedi.
Kur'ân-ı Kerim'den âyetler okuyarak herkesi heyacâna getirip ağlattı.(84)
Hz. İsâ ve Meryem'le ilgili olarak:
"Meryem çocuğu alıp kavmine getirdi. Onlar: Meryem, utanılacak bir
şey yaptın. Ey Harûn'un kızkardeşi, baban kötü bir kimse değildi, annen
de iffetsiz değildi... dediler. Meryem çocuğu gösterdi: Biz beşikteki
çocukla nasıl konuşabiliriz... dediler. Çocuk: Ben şüphesiz Allah'ın kuluyum,
bana kitap verdi ve beni Peygamber yaptı. Nerede olursam olayım, beni
mübârek kıldı. Yaşadığım müddetçe namaz kılmamı, zekât vermemi ve anneme
iyi davranmamı emretti, beni bedbaht bir zorba kılmadı. Doğduğum günde,
öleceğim günde ve dirileceğim günde bana selâm olsun.. dedi".
İşte hakkında şüpheye düştükleri Meryem oğlu İsâ gerçek söze göre budur."
(Meryem Sûresi, 27, 34)
Bu âyetleri dinleyen Habeş hükümdarı:
-"Allah'a yemin ederim ki, bu sözler Hz. İsây'a gelen sözlerle aynı
kaynaktan," dedi ve Kureyş elçilerinin teklifini reddetti.(85)
Ertesi gün, Amr Necâşi'nin huzuruna çıkarak:
-"Onlar Hz. İsâ hakkında yakışıksız sözler söylüyorlar", diyerek
hükümdarı tahrik etmek istedi. Çünkü Habeş Necâşisi Ashame Hırıstiyandı.
Bu idiaya karşı Câfer:
-"Biz, Hz. İsâ hakkında Cenâb-ı Hak Kur'ân'da ne bildirmişse ancak
onu söyleriz" dedi ve sonra şu anlamdaki âyeti okudu.
"Meryem oğlu İsâ Mesih, Allah'ın Peygamberi, Meryem'e ulaştırdığı
kelimesidir. O, Allah tarafından bir rûhdur..." (en-Nisâ Sûresi,
171)
Bunun üzerine Necâşi yerden bir çöp alıp göstererek:
"-Hz. İsâ'nın dedikleri ile sizin söyledikleriniz arasında şu çöp
kadar bile fark yok. Sizi ve Peygamberinizi tebrik ederim. Şehâdet ederim
ki, O zât, hak Peygamberdir. O'nu Hz İsâ müjdelemişti..." dedi. Sonra,
Kureyş elçilerine:
"-Peygamberlerini yalanlayan kavmin hediyesi bana lâzım değil,"
diyerek getirdikleri hediyeleri geri verdi.(86)
Habeşistan'da Müslümanlar güven içinde kaldılar. Bunlardan bir kısmı,
Müslümanlar Medine'ye hicret edince Medine'ye gittiler (622 M.). Bir kısmı
Hudeybiye barışına kadar orada kaldılar. (628 M.) Câfer'in başkanlığında
son 16 kişilik kafile ise Hayber'in fethi esnâsında Medine'ye döndü. (628
M.)
--------------------------------------------------------------------------------
(79) İbn Hişâm, 2/344-353; İbnü'l-Esir,
a.g.e., 2/76-77; Zâdü'l-Meâd, 2/117
(80) İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/77; İbn Hişâm, 2/3; Zâdü'l-Meâd, 2/118
(81) İbnü'l-Esîr, a.g.e, 2/78.
(82) "Necâşi", Habeş hükümdârlarının ünvanıdır.
(83) İbn Hişâm, 1/356-357; İbnü'l-Esîr, 2/79; Zâdü'l-Meâd, 2/121
(84) İbn Hişâm, 1/359-360; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/79-81; Târih-i Din-i
İslâm, 2/216-218
(85) İbn Hişâm, 1/360; Târih-i Din-i İslâm, 2/221
(86) İbn Hişâm, 1/361-362; İbnü'l-Esîr, 2/81
--------------------------------------------------------------------------------
4- HZ. HAMZA VE HZ. ÖMER'İN MÜSLÜMAN
OLMALARI
a) Hz. Hamza'nın Müslüman Olması
Hamza, Peygamberimizin amcalarındandır. Süveybe'den O da emdiği için,
Rasûlullah (s.a.s.) ile süt kardeştir. Mekke Devri'nin 6'ıncı (616 M.)
yılında Müslüman olmuştur.
Peygamberimiz bir gün "Safâ" tepesinde otururken yanından Ebû
Cehil geçti. Rasûlullah (s.a.s.)'e çirkin sözlerle hakarette bulundu.
Peygamberimiz hiç bir karşılık vermedi.
Hamza o gün ava gitmişti. Dönüşünde, bir câriye, olayı Hamza'ya anlattı.
Hamza henüz Müslüman olmamıştı. Yeğenine hakaret edilmesine dayanamadı,
silahını çıkarmadan, derhal Kureyşin toplantı yerine gitti. "Kardeşimin
oğluna hakaret eden sen misin?" diyerek yayı ile Ebû Cehil'in kafasına
vurup yaraladı. Ebû Cehil, "Hamza Müslüman oluverir" korkusu
ile ses çıkarmadı. (87) Ebû Cehil'den, Peygamberimize yaptığı hakaretin
öcünü alan Hamza, Rasûlullah (s.a.s.)'e giderek O'nu teselli etmek istedi.
Rasûlullah (s.a.s.)'in ancak imân etmesi ile memnûn olacağını söylemesi
üzerine, şehâdet getirip Müslüman oldu.(88)
Hz. Hamza son derece cesûr, kuvvetli, gözünü budaktan sakınmaz bir kişiydi.
Kendisinden üç gün sonra da Ömer Müslüman oldu. Bu ikisinin Müslüman olmalarıyla,
Müslümanlar büyük destek buldular.
b) Hz. Ömer'in Müslüman Olması
Hz. Hamza'nın İslâm'ı kabûlü, Müslümanları sevindirmiş fakat müşrikleri
telaşlandırmıştı. Kureyş ileri gelenleri "Dârü'n-Nedve" de toplandılar.
"Bunlar gittikce çoğalıp kuvvetleniyorlar, çabuk çâresine bakmazsak,
ileride önünü alamayacağımız tehlikeler doğar... Buna kesin çâre bulmalayız"
dediler. Çeşitli teklifler ortaya atıldı. Ebû Cehil:
"-Muhammed (s.a.s.)'i öldürmekten başka çıkar yol yok. Bu işi yapana
şu kadar deve ve altın verelim," deyince Ömer ayağa kalktı:
"-Bu işi ancak Hattâb oğlu yapar"? dedi. Ömer alkışlar arasında
yola çıktı. Silahlarını kuşanıp giderken yolda Abdullah oğlu Nuaym'e rastladı.
Nuaym:
"-Nereye böyle ya Ömer"? diye sordu. Ömer:
"-Araplar arasına ayrılık sokan Muhammed'in vücûdunu ortadan kaldırmağa"...
diye cevâp verdi.
"-Ya Ömer, sen çok zor bir işe kalkışmışsın. Müslümanlar Muhammed
(s.a.s.)'in etrafında pervane gibi dönüyor, seni O'na yaklaştırmazlar.
Yapabildiğini kabûl etsek, Hâşimoğulları seni yaşatmazlar"... dedi.
Ömer bu sözlere kızdı.
"-Yoksa sen de mi onlardansın"? diye çıkıştı. Nuaym:
"-Sen benden önce kendi yakınlarına bak. Enişten Saîd ile kız kardeşin
Fâtıma Müslüman oldular," dedi.
Ömer buna hiç ihtimâl vermedi. Fakat içine düşen şüpheyi gidermek için,
yolunu değiştirip doğru eniştesi Saîd b. Zeyd'in evine vardı. Bu esnâda
içeride Kur'ân-ı Kerîm okunuyordu. Ömer, kapı önünde okunanları işitti.
Kapıyı kırarcasına vurdu.
İçerdekiler Ömer'i görünce telaşlandılar. Ömer'in İslâm'a olan düşmanlığını
biliyorlardı. Hemen Kur'ân sahifesini sakladılar ve kapıyı açtılar. Ömer:
-"Nedir o okuduğunuz şey"? diye bağırdı. Eniştesi:
-"Bir şey yok", diye cevap verdi. Ömer:
-"İşittiklerim doğruymuş" diyerek, hiddetle eniştesinin üzerine
atıldı. Araya giren kız kardeşinin, bir tokatla yüzünü kan içinde bıraktı.
Canı yanan kızkardeşi Fâtıma:
-"Ya Ömer, Allah'tan kork. Ben ve eşim Müslüman olduk, bundan gurur
duyuyoruz ve senden kor |