İSLAM MERKEZİ               

KİTABLARA ÎMAN

  1. Kitablara İman Deyince Neyi Anlıyoruz?
  2. İlâhî Kitablar Kaça Ayrılır, İsimleri Nelerdir?
  3. Diğer İlâhî Kitablarla Kur'an Arasındaki Fark Nedir?
  4. Kur'an'ın Dışındaki İlâhî Kitablar Tahrif Edildiklerine Göre, Bunlara İman Nasıl Olur?
  5. Kur'an Tahriften Nasıl Uzak Kalmıştır?
  6. Kur'ân-ı Kerîm Niçin Arabça Olarak Gelmiştir?
  7.  YAHUDİ NASIL MÜSLÜMAN OLDU?

Kitablara İman Deyince Neyi Anlıyoruz?

Allah Teâlâ insanlara gönderdiği Peygamberlerin bir kısmına, birer de kitab indirmiştir. Bu kitablarda Allah, insanlara emir ve yasaklarını bildirmiş; onlara iyiyi, güzeli öğretmiş, doğru yolu göstermiştir. İşte bu kitablara, Allah'ın kitabları mânasına İlâhî Kitablar denir. Ayrıca semâvî kitablar, mukaddes kitablar adı da verilir. İslâm dîni Allah'ın indirdiği bütün İlâhî Kitablara inanmayı emreder. Bu îmanın özü şudur: Her Peygambere vahiy gelmiştir. Bâzı Peygamberlere gelen vahiyler, bir araya getirilerek müstakil birer kitab halini almıştır. Kendilerine kitab verilmeyen peygamberler ise, daha önce indirilmiş olan İlâhî bir kitaba tâbi olmuş, onun hükümlerini, gönderildikleri insanlara anlatmışlardır. Kur'an, en son İlâhî Kitabdır. Son Peygamber Hz. Muhammed'e (asm) indirilmiştir. Kur'an'da çeşitli peygamberlerden bahsedilmekte ve bu peygamberlerden bâzılarına kitablar verildiği anlatılmaktadır. Her Müslüman, Kur'an'a inandığı gibi, Kur'an'ın haber verdiği bu İlâhî kitablara da inanmalıdır. Bu îman, İslâm'ın inanç esasları arasında mühim bir yer tutar. Çünkü Kur'an da, daha önce indirilmiş İlâhî kitablar gibi bir İlâhî kitabdır. Geçmişteki İlâhî kitablara inanmak Kur'an'a inanmayı gerektirdiği gibi, Kur'an'a inanmak da geçmişteki İlâhî kitabların varlığını kabûl etmeyi icab ettirir.

 
Başa Dön

İlâhî Kitablar Kaça Ayrılır, İsimleri Nelerdir?

Kur'an'dan önce indirilmiş olan İlâhî Kitablar ikiye ayrılır: 1. Küçük kitablar, 2. Büyük kitablar. - Kur'an'dan önce indirilmiş olan küçük kitablara, sahifeler mânasına "Suhuf" denir. Bunlar, kitab denemeyecek hacimde birkaç formalık kitabcık veya risaleciklerdir. Hepsi 100 sahifedir. Kendilerine suhuf verilen peygamberler: ådem, Şît, İdris ve İbrahim Peygamberlerdir. Bunlardan ådem Peygambere 10 sahife, Şît Peygambere 50 sahife, İdris Peygambere 30 sahife ve İbrahim Peygambere 10 sahife verilmiştir. Kur'an'ın dışındaki büyük kitablar üç tanedir. İsimleri: Tevrât, Zebûr ve İncil'dir. Böylece Kur'an'la birlikte 4 büyük kitab olmuş olur. Bunlardan Tevrat, Mûsâ Peygambere, Zebûr Dâvud Peygambere, İncil de İsâ Peygambere indirilmiştir. Kur'an ise, hepimizin bildiği gibi Peygamberimiz Hz. Muhammed'e (asm) indirilmiştir.

Başa Dön

Diğer İlâhî Kitablarla Kur'an Arasındaki Fark Nedir?

Kur'an'dan önce gelen ve bugün elde mevcut bulunan İlâhî Kitabların hiçbiri, Allah'ın peygamberlerine indirdiği semavî kitabların orijinali değildir. Bunların zamanla asıl nüshaları kaybolmuş, insanlar tarafından yeniden yazılmışlardır. Bu yüzden de içlerine hurafeler ve bâtıl inançlar karışmıştır. Meselâ Tevrat'ın, Hz. Mûsâ'dan sonra uzun asırlar esir ve sürgün hayatı yaşayan, hattâ bir ara inançlarını bile kaybedip putperestliğe düşen Yahudiler tarafından muhafaza edilemediği; bugün elde olan nüshanın Hz. Mûsâ'dan çok sonra bâzı din adamları tarafından yazıldığı, fakat Tevrat'ın aslı imiş gibi yeniden din kitabı olarak kabûl edildiği bilinen tarihî gerçeklerdendir. Böyle uzun ve karışık bir devreden sonra ortaya çıkarılan bir kitabın Hz. Mûsâ'ya indirilen Tevrat'ın aynısı olamıyacağı açıktır. Bu yüzdendir ki, içinde peygamberlere yakışmayacak isnad ve iftiralar yer almakta; tevhid dininin ruhuna aykırı düşen hükümler bulunmaktadır.

Dâvud'a (as) gelen Zebûr da, Tevrat'ın mâruz kaldığı âkıbetten kurtulamamıştır. İncil'e gelince, Hz. İsâ (as) kendisine gelen vahiyleri yazdırmamıştı. Çünkü 30 yaşında peygamber olmuş, 33 yaşında da peygamberlik vazifesi son bulmuştu. Üç sene gibi kısa bir süre içinde de köyden köye, şehirden şehire dolaşıp, halkı irşâd için uğraşmıştı. Son zamanlarında ise, zaten Yahudîlerin kışkırtmasıyla Romalı idareciler tarafından sürekli tâkip altında idi. Bu durumda İncil'i yazdırmak için ne zaman, ne de imkân bulabilmişti. Nitekim bugün elde mevcut olan İnciller, müelliflerinin adıyla anılmakta ve içinde Hz. İsâ'nın havârilerine verdiği vaazlarını, ders ve irşadlarını ihtiva eden bir siyer kitabı görüntüsünü taşımaktadırlar. Üstelik de bunları yazanlar Hz. İsâ'nın havârileri olan ilk mü'minler değil, onları görüp Hz. İsâ'ya gelen İlâhî sözleri onlardan dinliyenlerdir. Eldeki mevcut İncillerde bir takım muhteva ve anlatış farkları görülmektedir. Aslında bu İnciller, M.S. 325 tarihinde İznik'te toplanan bin kişilik bir ruhanî konsülün kararı ile kabûl edilmiştir. Bu hey'et, yüzlerce İncil'i incelemişler, 318 üyenin ittifakı ile aralarında Hz. İsâ'nın ulûhiyet tarafı olduğunu ileri süren bugünkü 4 İncil'i kabûl edip diğerlerini yakıp imha etmişlerdir. Görüldüğü gibi, Hz. İsâ'nın (hâşâ) Allah'ın oğlu olduğu prensibi, Hz. İsâ'dan yıllar sonra bir meclis kararı ile kabûl edilmiştir. Hattâ bu karara bâzı Hıristiyan kiliseleri uymamışlardır. Bu bakımdan bugünkü 4 İncil'in, Hz. İsâ'ya indirilen İncil'in aslına uygun olduğunu söylemek mümkün değildir.

Başa Dön

Kur'an'ın Dışındaki İlâhî Kitablar Tahrif Edildiklerine Göre, Bunlara İman Nasıl Olur?

Biz Müslümanlar, Hz. Mûsâ, Hz. Dâvud ve Hz. İsâ aleyhimüsselâm'a Tevrat, Zebûr ve İncil adını taşıyan İlâhî kitablar gönderildiğine ve bu kitabların hak ve tevhid dînine aykırı hiçbir hüküm taşımadığına inanırız. Fakat ne var ki, bu kitablar sonradan muhafaza edilemeyerek asılları kaybolmuştur. Bugün Yahudi ve Hıristiyanların ellerinde bulunan kitabların içinde, peygamberlere indirilmiş olan vahiylerden hiçbir şey yoktur diyemeyiz. Fakat, içine hurâfe ve bâtıl itikadların karıştığı da bir vâkıadır. Bu sebeble, bu kitablara karşı ihtiyatlı davranırız. İçinde bulunan Kur'an'a uygun hükümlerin, vahiy mahsulü olduğunu kabûl ederiz. Kur'an'a zıd düşen hükümlerin ise, sonradan o kitablara ilâve edildiğine ihtimal veririz. O kitabların Kur'an'a uygunluk veya zıd düşme durumu söz konusu olmayan haberlerinde ise, sükût ederiz. Ne kabul, ne de reddederiz. Çünkü onların vahiy eseri olma ihtimali olduğu kadar, olmama ihtimali de vardır.

 Bu hususta Ebû Hüreyre (ra) şöyle demiştir:

"Ehl-i Kitab, Tevrat'ı İbranice (metni) ile okurlar, Arab diliyle de Müslümanlara tefsir ederlerdi. Bu hususta Resûlüllah (asm) ashabına şöyle buyurdu: - Siz ehl-i kitabın sözlerini ne tasdik, ne de tekzib ediniz. Ancak deyiniz ki: "Biz Allah'a, bize indirilen Kur'an'a; İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yâkub ve torunlarına indirilenlere; Mûsa'ya ve İsâ'ya verilenlere ve (bütün) peygamberlere Rabları katından gönderilen (kitab ve âyetler)'e îman ettik. Onlardan hiçbirini (kimine inanmak, kimini inkâr etmek suretiyle) diğerlerinden ayırdetmeyiz. Biz (Allah'a) teslim olmuş Müslümanlarız." (el-Bakare, 136)."

Başa Dön

Kur'an Tahriften Nasıl Uzak Kalmıştır?

Allah'ın son mukaddes kitabı, bütün insanlığa İlâhî fermanı olan Kur'an, 23 senede âyet âyet, sûre sûre nâzil olmuştur. Peygamber Efendimiz kendisine nâzil olan âyet ve sûreleri yanında bulunan sahâbelerine okur, sahâbeler de onu ezber ederler, bir kısmı da yazardı. Bundan ayrı olarak, Peygamber Efendimizin vahiy kâtipleri vardı. Bunlar nâzil olan âyetleri ve sûreleri özel olarak yazmakla vazifeli idiler. Gelen âyet ve sûrenin nerede yer alacağı, Kur'an'ın neresine gireceği de bizzat Peygamberimize Cebrâil (as) vasıtasıyla bildiriliyor, o da vahiy kâtiplerine tarif ederek, gerekeni yaptırıyordu. Böylece Hz. Peygamberin sağlığında Kur'an'ın tamamı yazılmış, nereye neyin gireceği belli olmuştur. Ayrıca Cebrâil (as) her Ramazanda gelir, o güne kadar nâzil olmuş âyet ve sûreleri Peygamberimize yeni baştan okurdu. Efendimizin vefatından evvelki son Ramazanda Hz. Cibrîl yine gelmiş, ancak bu sefer Kur'an'ı Peygamberimizle iki sefer okumuşlardı. Birinci sefer Hz. Cibrîl okumuş, Peygamberimiz dinlemiş; ikinci seferde ise Peygamberimiz okumuş, Hz. Cibrîl dinlemişti. Böylece Kur'an, son şeklini almıştı. Bununla beraber, Hz. Peygamber'in sağlığında Kur'an, henüz müstakil bir cilt hâlinde bir araya toplanmış da değildi. Sayfalar halinde Sahâbeler arasında dağınık olarak bulunuyor, hâfızalarda ezberlenmiş halde duruyordu. Fakat neyin nereye gireceği gayet kesin ve net şekilde bilinmekteydi. Nihayet Hz. Ebû Bekir'in hilâfeti zamanında görülen lüzum üzerine Zeyd bin Sâbit'in başkanlığında vahiy kâtiplerinden ve kuvvetli hâfızlardan müteşekkil bir komisyon kuruldu. Kur'an'ın bir cilt hâlinde bir araya toplanma işi, bu komisyona havale edildi. Ashabdan herkes, elinde yazılı bulunan Kur'an sayfalarını getirip bu komisyona teslim ettiler. Hâfızların ve vahiy kâtiplerinin elbirliği ile çalışmaları sonunda sayfalar, sûre ve âyetler Peygamberimizin tarif ettiği şekilde yerli yerine kondu. Böylece Kur'an, Mushaf adıyla tek kitab hâline getirilmiş oldu. Artık Kur'an için unutulma, kaybolma, tahrif ve tebdile uğrama diye bir şey söz konusu olamazdı. Zira aslı, Hz. Peygambere gelen şekliyle eksiksiz ve noksansız şekilde tesbit edilmişti. Hz. Osman zamanında görülen lüzum üzerine, bu Mushaftan yeni nüshalar çoğaltılıp çeşitli memleketlere gönderildi. Bugün elde mevcut olan Kur'an'lar, işte bu Kur'an'dan çoğaltılmıştır. Kur'an tesbit edilişindeki sağlamlık itibariyle, diğer İlâhî Kitablardan farklı olarak, hiçbir tahrifat ve değişikliğe uğramadan vahiy mahsulü olan şekliyle tesbit edilip ortaya konmuş; 1400 senedir de muhafaza edilerek gelmiştir. Bunda, Kur'an'ın edebî îcaz ve İ'câzının, yani, ezberleme kolaylığının, hiçbir insan sözüne benzememesinin ve söz olarak hiçbir taklidinin yapılamamasının, edebiyat ve belâgatına erişilememesinin ve zaptında a'zamî titizlik gösterilmesinin büyük rolü olduğu kesindir. Fakat asıl sebeb, Kur'an'ı Cenâb-ı Hakk'ın hıfz ve himayesine alması, onu kıyâmete kadar lâfız ve mânâ bakımından bir mu'cize olarak devam ettirmeyi taahhüd etmesidir.

 Nitekim Kur'an'da şöyle buyurulur:

"Muhakkak ki bu Kur'an'ı biz indirdik ve onu koruyacak, muhafaza edecek, devam ettirecek de biziz..." (el-Hicr, 9)

Bugün yeryüzündeki bütün Kur'an'lar aynıdır. Hiçbir farklılık ve değişiklik yoktur. Ayrıca milyonlarca hâfızın ezberinde bulunmakta, her an milyonlarca dil ile kırâet edilip okunmaktadır. Bu özellik, Kur'an'dan başka herhangi bir beşerî kitaba nasîb olmadığı gibi, semavî kitablardan hiçbirine dahi nasib olmamıştır. Allah'ın son kelâmı, hükmü kıyâmete kadar geçerli ezelî fermanı olan Kur'an'ın, böyle eşsiz bir makam ve ulvî bir şerefe nail olması da, elbette zarurî ve lüzumludur.

Başa Dön

Kur'ân-ı Kerîm Niçin Arabça Olarak Gelmiştir?

"Kur'ân-ı Kerîm'in Arapça gelmiş olmasındaki sebeb ve hikmetler cümlesinden şu kadarını söylemek yerinde olur ki: Arabça, fiil çekimleri, şahıs zamirleri ve kelime türeyişleri ile fevkalâde zengin ve kıvrak bir dil olmak özelliğine ilâveten, her türlü mâna kaymalarına ve yanlış anlamalara karşı son derece sağlam bir ifade kudret ve kabiliyetine de sâhiptir. Bu bakımdan İngilizce ve Fransızca gibi en gelişmiş diller de dahil, yeryüzünde hâlen hiçbir dil, Arabça ile boy ölçüşebilecek ifade gücüne sahip değildir. İşte birçok bilginler, Kur'ân-ı Kerîm'in Arab dili ile gelmiş olmasını büyük ölçüde Arabçanın bu özelliği ile açıklar ve ondaki ifade gücüne bağlarlar. Fakat onların da dikkatlerinden kaçmış olan çok önemli bir husus daha vardır ki, o da; Arabçanın en fonetik (telâffuzu en kolay) bir dil olmasıdır. Çünkü Arabça, sadece dört sesli harf kullanır. Dünya dilleri arasında en az sesli harf kullanan bir dil olması bakımından da dünyanın en kolay telâffuz edilebilen bir dilidir. Çünkü bir dilin telâffuzundaki zorluk, o dildeki sesli harflerin çokluğu ile ölçülür. Bilindiği gibi Türkçede sekiz sesli harf vardır. İngilizce ve Fransızca'da sesli harflerin sayısı 10'ün üstündedir. Diğer dünya dilleri de yedi, sekiz sesliden daha az değildir. Halbuki Arabça'da (A, E, İ ve U) olmak üzere yalnız dört sesli harf vardır, bunlar da, hemen hemen bütün dillerde bulunan ve en çok kullanılan seslilerdir. Bu itibarla bir Arab, başka bir dili öğrenmek ve iyi konuşabilmek için aslında kendi ana dilinde olmayan bâzı sesleri de öğrenmek ve kendini bu seslere alıştırmak zorundadır. Halbuki aslen Arab olmayan biri, Arabçadaki seslere intibak bakımından hiçbir zorlukla karşı karşıya kalmayacaktır. Çünkü zaten Arabçadaki sesler, kendi dilinde de en çok kullanılan ana seslerdir. Kur'an-ı Kerîm'in namazda aslından okunması lüzumu ve bunun Arab olmayan diğer Müslümanlar için de bir farz olduğu düşünülürse, Kur'an'ın Arabça olması ile diğer Müslüman milletlere nasıl bir kolaylık sağlandığı ve İslâmiyetin neden cihanşümûl bir din olduğu daha iyi anlaşılmış olur. Böylece Cenâb-ı Hak Kur'an-ı Kerîm'i Arabça indirmekle, sadece anlaşılmak bakımından da en fazla kolaylık sağlayan bir dil seçmiştir: Çünkü, "Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez..." (Bakara, 186)."

Başa Dön

OKUMA PARÇASI: YAHUDİ NASIL MÜSLÜMAN OLDU?

Hicrî ikinci asır sonlarında hilâfet makamına oturan Abbasî halifelerinden El-Me'mun, dış dünyaya açık bir devlet adamıydı. Zamanında Müslüman - Hıristiyan bütün ilim adamları ondan itibar görmüş, yabancı dildeki ilim kitabları Arabçaya tercüme edilerek bilgi alış verişinde bulunulmuştur. O kadar ki Me'mun zamanında yerin yuvarlak olduğu resmen tesbit edilmiş, kurulmuş olan "Nısfünnehar" usûlüyle arzın kuturunu ölçmek gibi bâzı ilim mes'elelerinde kesin hükme varılmıştı. Bu çalışmaları sırasında Me'mun, meclisinde cin fikirliliği ile dikkatini çeken bir Yahudi ilim adamına bir gün şöyle bir sual sordu: -Mâdem hâdiseleri bu kadar akılcı bir anlayışla inceleyebiliyorsun? Neden Müslüman olmuyorsun? Kur'an'la, İncil, Tevrat arasındaki farkı bilmiyor musun? Yahudi şöyle cevap verdi: - Bu mevzuda çalışma yapıyorum. Çalışmam bitince vardığım kararı size bildiririm. Me'mun Yahudi'ye baskı yapmayı düşünmedi. Çünkü biliyordu ki baskıyla îmana gelinmez, korkuyla Müslüman olunmazdı. Yahudiyi kendi hâline terkeden Me'mun, ona bir daha bu mevzuda sual sormadı. Aradan bir sene geçmiş ve Yahudi yine Me'mun'un meclisindeki ilim adamlarıyla sohbete başlamıştı. Ancak, bu Yahudi, bir sene önceki Yahudi değildi. Bu defa İslâm'ı bütünüyle benimsemiş, Kur'ân'ın ahkâmını tamamıyla kabullenmişti. Me'mun buna şaştı: - Hayırdır inşâallah. Bir sene önceki Kur'an'la bir sene sonraki Kur'an arasında, ne fark var ki o zaman îman etmediniz de bu sene İslâm'a girdiniz? Yahudi şöyle îzah etti:

 - Efendim, şüphesiz bir sene önceki Kur'an'la bir sene sonraki Kur'an arasında hiç bir fark yoktur. Beni İslâm'a yaklaştırıp, îmana girmeme sebeb olan da budur zaten.

- Nedir, Kur'ân'ın değişmezliği mi? -

 Evet. Bakın çalışmalarım nasıl cereyan etti ve ben nasıl bir sonuçla Müslüman oldum, onu arzedeyim sizlere. Ve şöyle devam etti:

 - Önce evime çekildim. Günlerce İncil yazmaya koyuldum. Üç tane İncil nüshası yazdım. Birincide birkaç satırı eksik bıraktım. Ötekinde hiç bir eksik yoktu. Üçüncüsünde ise birkaç satır fazlaydı. Kendimden yapmıştım ilâveyi. Ben bu üç İncil'i de alıp kiliseye gittim. Papaza gösterdim. Papaz efendi üçünü de inceledi, tahkik etti. Sonunda satın aldı ve yaptığım hizmetten dolayı da beni tebrik etti. Dönüp geldim, aynı şeklide üç Tevrat nüshası yazdım. Bunun da birincisinde bazı âyetleri yazmadım. Eksik kaleme aldım. İkincisi noksansızdı. Üçüncüsünde de birkaç satır ilâve ederek olmayanları da var gösterdim. Bunu da Haham'a gösterdim. Haham inceledi, üçünü de beğendi, parasını vererek satın aldı, ayrıca da teşekkür etti. Bu defa sıra Kur'an'daydı. Kur'an büyüktü. Tamamını yazamazdım. Sadece üç cüz yazabildim. Birinci cüz'ünde birkaç satırını eksik bıraktım. İkinci cüz'ü tamam yazdım. Üçüncü cüz'ünü de birkaç satır ilâve ile olmayanı var göstererek yazdım. Büyük bir tecessüs ve ihtimamla bütün din adamlarını gezdim. Hepsine de yazdığım Kur'an'ı gösterdim, almalarını söyledim. Hepsi de önceden memnuniyetle alacaklarını söylediler. Ama şöyle bir bakıp inceleyince hepsi de aynı yerleri yakaladılar. - Bu cüzde şu, şu satırlar eksik, bu cüz ise tamam. Şu cüzde ise şu şu satırlar ilâve edilmiş, fazla yazılmış. Kur'an'ın aslında böyle bir kelime yoktur. Hepsi de benim yazdığım Kur'ân'ı ezberlerinden eksiksiz okudular, tashih ettiler. Ben anladım ki, Kur'an nasıl nazil olmuşsa aynen zabtedilmiş, aynı tazelik ve sağlamlığını da muhafaza etmektedir. Kur'an'da ilâve-noksan söz konusu değil. Nazil olduğu şekli aynen koruyan en son kitabdır. Bundan sonra Müslüman oldum. İşte İslâm'a girmeme sebeb olan araştırma böyle oldu. O sırada Basra kadısı olan Yahya bin Eksem bu hâdiseyi hacca gittiğinde büyük velî Süfyan bin Uyeyne'ye anlatır. Süfyan Hazretleri şöyle cevap verir: - Bu hâdise, Kur'an'ın, bir âyetinin de fiilî tasdikıdır. Rabbimiz (Tevrat ve İncil'i) ben muhafaza edeceğim diye bir te'minat vermemiştir. Ama Kur'ân-ı Kerîm için böyle bir te'minat-ı İlâhiyye vardır. Hicr sûresinin dokuzuncu âyetinde şöyle buyurur:

- Kur'ân'ı biz indirdik, onu biz muhafaza edeceğiz!

Vak'ayı İmam-ı Süyûtî "Hasâis"inde kaydeder.

Başa Dön